23 Aralık 2016 Cuma

ÇETİN CEVİZ

Hep çetin ceviz derdim kendime, yağmur yağsa, fırtına çıksa yine de sapasağlam kalırdım kendimce..
Sonra odunun biri geldi. Balyoz gibi indi beynime. Oldum mu darmadağın...
Arkamdan diğer "çetin cevizler (!)"  kıs kıs güldü halime..
"Asıl siz kendi halinize bakın, o çetin kabuğunuz kırılmadıkça içten içe çürüyüp yok olacaksınız da
ruhunuz duymayacak!"


22 Aralık 2016 Perşembe

ÇAMURDAN ÇÖMLEK

Hayat çamurdan çömlek yapmak gibi,
Şekilsiz çamurun altındaki tabla, hızla dönmeye başlayıp da elini çamura değdirdiğinde çok çabuk şekil aldığını görür insan hayretle, tıpkı hayat gibi...
Zaman bu tabla gibi hızla akıp giderken, hayatın da bu şekilsiz çamur gibi şekillenmeye başlar.
Eğer ellerin çamuru çok sıkı tutarsa beklenmedik bir şekle girip, kopup tabladan ayrılabiliyor çamur, tam bir hayal kırıklığı oluşturarak..
Eğer ellerin çamuru fazla gevşek bırakırsa saçma sapan şekillere bürünüyor bu seferde, fırtınanın oluşturduğu yıkım gibi..
Ne çok sıkıp canını sıkacaksın
Ne de boş verip savrulup gideceksin..
Elinin kararını iyi ayarlayacaksın yani..
Hayat, çamurun altındaki tabla gibi hızla dönerken, sakinliği hiç elinden bırakmayacaksın.
Çamuru (hayatı) hissedip tablanın (zamanın) ritmine ayak uydurup, usul usul ama sabırla şekil vereceksin gönlünden geçeni..
Ne çok sıkı ne de çok gevşek...
Tam ayarına ruhundan akan coşku, beyninden gelen mantık ve kalbinden çıkan sevgi ile dengeleyerek ulaşacaksın..

Yıldız / İstanbul / 22.12.2016


19 Aralık 2016 Pazartesi

Bİ DUR!

Şimdi ben bişeyler yazsam ne olur, yazmasam ne olur?
Yazsam değişir mi bu olanlar?
Sussam geçer mi bu karmaşa?
Ben ne yapsam da iyi gelse bu yüreğime...
Hayat bir sınavsa, dedikleri gibi
En kazık yer, bizim coğrafyaya mı geldi?
İçimdeki karamsarlık aldı başını yürüdü;
Dur diyorum ona, dur!
Bi dur, bi rahat ver diyorum.
En iyisi bir Türk kahvesi koyayım kendime,
Sonrasında çevireyim fincanımı,
Bekleyip bi süre
Açıp bakayım fincanımdaki şekillere
Bir şeylere benzeteyim telvenin büründüğü halleri...
Hiç bir şeye inanamadığımız şu günde fala mı inanacağız?
Maksat kuyruğundan ümidi görmek, bi gülümsemek, bi nefes almaktı...
O bile güldü halime,
Daha içmeye başlamadan "Sen yeter ki gül, elbet dağılır bütün kara bulutlar" der gibi..



16 Aralık 2016 Cuma

KAHVALTI BAYRAMI

Bayramlar güzeldir. Her ne olursa olsun, kısa bir süreliğine de olsa hüzünler, dertler bir tarafa bırakılır. Erkenden kalkar, özenerek giyinir, en güzel takılarını takıp, kokularını sürdükten sonra sevdiklerinle bir araya gelirsin. Büyüklerin ellerini öper, yaşın kaç olursa olsun harçlık koparmaya çalışırsın..:) Yani bayramlar yüzümüzü güldürür; şu anda en çok ihtiyacımız olan şey yani...
İlkokul 2.sınıfa giden bir oğlum var. Bu sene boyunca hedefimiz 100 kitap okumak. Yatmadan önce o okuyor ben dinliyorum. Öyle iyi geliyor ki ruhuma, masum çocukların masum dünyası için yazılmış hikayeler...
Bu akşamki hikayeden müthiş bir fikir edindim.
Hikayede, insanların sürekli koşturup ama hiç bir şeye vakit bulamadığı bir KOŞKENT var. Tabi anne-babalar mutsuz olunca çocuklar da mutsuz bu kentte. Hiç bir şeye vakit bulamayan yetişkinler çocuklara da vakit ayıramıyorlarmış. 7643 sayısının basamak ve sayı değerlerini çok iyi bilen çocuklar, "Altı çeşme içilir, üstü basma biçilir" bilmecesine cevap bile veremiyorlarmış. Çünkü hayatlarında hiç koyun görmemişler ki! Suları kirli, havası pis, ağaçları olmayan, çocuklar için oyun alanları düşünülmemiş bir kentmiş burası.
Sonunda çocuklar kendi aralarında bir karar alıp KOŞKENT'i terk ediyorlar, ailelerine bir mektup bırakarak. Anneler- babalar işte o an anlıyorlar ne kadar hatalı davrandıklarını ve pişmanlıklarını dile getiren bir mektup yazıp bir şekilde ulaştırıyorlar çocuklarına.
Havayı ve suları kirleten fabrika bacalarına filtreler takmaya, her yere ağaç fidanları ekmeye ve çocukların gönüllerince oynayabilecekleri parklar yapmaya başlıyorlar. Ve en önemlisi her ayın ilk pazar gününü Kahvaltı Bayramı olarak ilan ediyorlar. O gün, herkes evinde güzel bir kahvaltı masası hazırlayıp, öğlene kadar sohbet edip, şarkılar söyleyip kahvaltılarını yapıyor. Herkes çok mutlu oluyor ve kentlerinin ismini SAKİNKENT olarak değiştiriyorlar...
Hikayelerde yapılan hatalar hemencecik anlaşılıp, hemencecik düzeltile biliniyor ama gerçek hayatta bu çoğu zaman mümkün olmuyor. Elimizden kayıp gitmeden hiç bir şeyin değerini anlayamıyoruz ve bir kere de elimizden gidince hikayelerdeki gibi hemen geri alamıyoruz. O nedenle bize düşen halen elimizdeyken, her ne ise, değerini bilmek ve ona göre davranmak... Büyük mutsuzluklarımız var evet ama bunlardan daha da büyük mutsuzluklar yaratmadan, küçük anlardan mutluluk yaratmayı becerebilmek gerekiyor yani...
Ben de bayıldımmm, bu "Kahvaltı Bayramı" fikrine. Biz de bu hafta sonu Kahvaltı Bayramını kutlamaya karar verdik. Söyleyeceğimiz şarkıya bile karar verdik;
"Bütün dünya buna bir inansa, bir inansa
Hayat bayram olsa..
İnsanlar el ele tutuşsa, birlik olsa
Uzansak sonsuza..."
Yeri gelmişken, sizin de önünüzdeki ilk tatil günündeki Kahvaltı Bayramınızı kutlar, mutluluklara vesile olmasını dileriz..:)
Yıldız / 15.12.2016 / İstanbul


5 Aralık 2016 Pazartesi

Baldanadam..

Çok da uzak olmayan bir zamandı aslında. Ne kadar yıllar gelmiş geçmiş olsa bile dün yaşanmış gibiydi birçok şey. Mesela annesinin onu okuldan dönüşlerde karşılaması... Her zile bastığında bilirdi ki annesi onu evde bekliyordu, en sevdiği yemekleri yapmıştı ve zilin çalması ile kapının açılması arasında sadece birkaç saniye olurdu. Evi sıcacık yapan şey mis gibi anne yemeklerinin kokusu ve annesinin güler yüzle kapıyı açması idi. En hoşlanmadığı şey de anahtarla kapıyı açmak zorunda kalmasıydı. O zaman eve girmek gelmezdi içinden.

Okullar bitti, iş hayatı başladı ama bu alışkanlık hiç değişmedi. Ne olursa olsun dışardan geldiğinde güler bir yüz aradı ve buldu da. Ta ki evlenene kadar..

Evlendi. İki de çocuğu oldu. Hiç durmadan çalıştığı için ne kendisini ne de çocuklarını evde karşılayan gülen bir yüz olmadı. İşten dönünce çocuklarını okuldan toplayıp, kendi anahtarıyla gün boyu sessiz kalmış eve giriyordu artık. Ev ne mis gibi yemek kokusuyla sarılmış oluyordu ne de sıcak..

Aylardan Kasım idi. Yağmur yoktu ama havalar iyice soğumuştu. Bolu, Mudurnu' ya kadar giden hafta sonu kaçamağından dönerken yol boyu ara ara muntazam bir şekilde sıralanmış balkabaklarının önünden geçerken kayıtsız kalmak, durup da almamak mümkün olmadı. Üç farklı tezgahın önünde durup kocaman tekerlek gibi kabakların en güzelleri diye düşündüklerinden 5 tanesini alıverdiler. Malum balkabağı mevsimi idi ama bu kadar kabağı ne yapacaktı kendisi de bilmiyordu. Tüm kış boyunca yemek yapıp yeselerdi bile bitiremezlerdi. Ama öyle güzel sıralanmışlardı ki arabasında yer kalsaydı başka da almak isterdi, yani. Gözü diğer kabaklarda kalmadı değil...

Eve döndüklerinde çok fazla aldıklarını düşündü. Ne yapacaktı bu kadar kabağı? Birisini annesine götürdü, kalmıştı 4. Hemen kesip kabak tatlısı yapan annesinden, kabakların çok da iyi olmadığını, üstüne üstlük de içten çürümeye başladığını öğrenince biraz morali bozulmuştu.

Balkabaklarından neler yapabilirim diye internette gezinirken dekoratif fikirlerle başbaşa kaldı. İşte Baldanadam bu şekilde doğdu kafasında. Önce tüm kabakları beyaza boyamak istedi. Ama eşi karşı çıktı, "Boyarsan yenmez bir daha. Boyanın kimyasalı içine kadar nüfuz eder." diye...

Adam ne de olsa Gıda Mühendisiydi. "Diyorsa, var bir bildiği..." dedi ve vazgeçti tamamen boyamaktan ama bir gülen ağız çizmekten de zarar gelmez diye düşündü. Gözler, burun ve iki düğme kağıttan yapılmıştı. Atkı ve şapka eklendi hemen. Bir de kucak açan kollar lazımdı; doğa sağolsun, herşeyi bulmak mümkündü...

"İşte oldu!" dedi. Hemen kapının karşısındaki sonbahar yapraklarından yapmış olduğu tablosunun altına yerleştirdi Baldanadamı. Çocukları görünce çılgına döndüler. Hemen bir tırmık yapmalıyız dediler ve kalan dal parçalarından tırmığını da yapıp yanına iliştirdiler.

Artık evde onları güleryüzle uğurlayan ve güleryüzle kuçak açan bir Baldanadamları vardı. Tamam çok uzun bir süre mutlu yaşamayacaklardı masallardaki gibi ama en azından havalar ısınana kadar kocaman gülümsemesiyle yüzlere minik bir tebessüme neden olabilirdi. Ayrıca sırası geldikçe alttan başlayarak tekerlekleri kesip, pişirip yer ya da hediye edebilirlerdi de eşe dosta.

"Bi de, biz evde yokken bari girişteki dağılmış oyuncakları da toplayabilsen ne harika olurdu" demek istedi, eğilip kulağına. Ama baktı ki kulak yapmamıştı ki zavallı Baldanadama, nasıl duyacaktı da yapacaktı kendinden istenenleri?

Birara kulak yapmak istedi ama nedense vazgeçti. "Varsın oyuncaklar toplanmasın." dedi kendi kendine. "Sen sadece dur durduğun yerde, hep kocaman gülümse bize. Ne çok ihtiyacımız var buna bir bilsen!" dedi ama içinden..:)

Yıldız / İstanbul / 3.11.2016




2 Aralık 2016 Cuma

YİNE GEL...

Yeşildi yaprakların,
Hem de yeşilin her tonu;
Capcanlı dupduru...
Sonra birden hissettirdi soğuklar kendini,
Başladı yağmurlar derken;
Yeşillerin küsüp yok olacağına
"Gelişimiz gibi gidişimiz de hayret verici olmalı" mı dedin?
Bu nasıl bir şölen!
Hem bakıp da görebilenin içini acıtıyor
Hem de umut veriyorsun;
Vedalaşırken bile asaletini elinde bırakmadan
İnsanı kendine hayran bırakıyorsun...

Büründüğün renkler baş döndürücü...
Sana bakıp da ilham almamak,
Sorgulamamak hayatı,
Bağlanmamak yaşama,
Sevmemek doğayı ve
Etmemek şükür..
Mümkün mü?
Mükemmel bir hayat döngüsünün
Mükemmel bir parçası...
Sana ne kadar teşekkür etsem?
Az...
Ne kadar hayran olduğumu söylesem?
Kelimelerim yetersiz...
Tek bir dileğim senden
Yine gel;
Hep gel...
Renkli olduğunu düşündüğümüz hayatımıza
Gerçek renklerinle yine gir;
Yine bizi bizden al,
Yine başımızı döndür,
Şaşkınlıkla kışın kucağına bırak yine...

Yıldız / İstanbul / 01.12.2016


23 Kasım 2016 Çarşamba

OYUN!

Hayallerimizi elimizden almak isteyenler var
Umutlarımızı, gelecek güzel düşlerimizi...
Ölümler saçanlar, korkular yaymaya çalışanlar..
Yemezler ama
Biz gelmeyiz bu oyunlara..
Nefes aldığımız sürece
Hayallerimiz bizimle,
Gelecek umutlarımız hep dilimizde..
Bugün varsam ama yarın yoksam,
Yarın olacak olan, diğer'im var nasıl olsa!
Biz tek değiliz ki,
Hiç olmadığımız kadar çok'uz çünkü.
Ne vazgeçeriz,
Ne terk ederiz,
Ne unuturuz,
Ne de unuttururuz...

İstanbul / 2016 / Yıldız



18 Kasım 2016 Cuma

KORKMA HAYATTAN!

"Ya hayatım alt üst olursa!"

Aslına bakarsanız ilk duyduğunuzda tamamen olumsuzlukları çağrıştıran bir cümle olarak gözüküyor olabilir. Mükemmel (!) giden rutin bir hayat varmış, sonra beklenmedik bir şeyler olup da bu rutin hayat bir anda rayından çıkıverse, ne ve nasıl olur?

Ama yahu nereden biliyorsun hayatının altının üstünden daha kötü olduğunu? Bilmeden, görmeden, yaşamadan nasıl peşin hükümle mahkum edebiliyorsun? Ya hayatının altı üstünden çok daha güzelse! Ve bunu görmen için sadece sabır ve zaman gerekiyorsa. Sükunet ama dik bir duruşla bekleyip görmeye değmez mi?

İlk duyduğumda gerçek bir hayat dersi dediğim; ama herkesin farklı bir şekilde bir pazarlamacı hikayesi olarak anlatılana göre;

1800'lerde bir ayakkabı şirketinin sahibi pazar araştırması yapmak üzere Afrika'ya aralıklı olarak iki pazarlamacı gönderir.Birinci pazarlamacı araştırma sonrası patronu arar ve "Burada bizim için hiçbir fırsat yok, çünkü hiç kimse ayakkabı giymiyor." der. Birkaç ay sonra giden ikinci pazarlamacı ise patronu aradığında; "Afrika'da inanılmaz fırsatlar var. Burada hiç kimsenin ayakkabısı yok." der.

Demem o ki, korkma hayattan! Ne altından ne üstünden... Farklı açılardan değerlendirip fırsat verilmeyi altı da üstü kadar hak ediyor çünkü.

Kime mi diyorum bunları? Tabi ki kendime.. Olur da bir gün kendi elimde olarak ya da olmayarak hayatım alt üst olursa diye diyorum! Korkma diyorum kendime, korkma bu hayattan...

17.11.2016 / İstanbul / Yıldız


17 Kasım 2016 Perşembe

HESAPLAŞMA

Yapma çocuk yüreğim!
Seni anlamadıklarını düşünüp,
Yaşadıklarının kolay olmadığını kanıtlama sevdasına düşüp de,
Onlar için aynısını dileme Yaradan'dan..
Sen, sen ol
Başkalarıyla küçük hesaplara girme;
Kendi büyük hesaplarını kendi içinde hallet..

16.11.2016 / İstanbul / Yıldız


15 Kasım 2016 Salı

SONBAHAR

Bugün ben sonbahara dokundum,
Esen rüzgarına,
Yağan yağmuruna,
Çamuruna,
Soğuğuna,
Güneşine,
Sararan, kızaran yaprağına,
Düşen kuru dallarına...
Bugün ben sonbahara dokundum;
Öyle naif,
Öyle renkli,
Öyle hüzünlü,
Öyle huzur vericiydi ki
Dayanamadım topladım
Evimin baş köşesine kurdum..

Şimdi aşağıdaki sonbahar temalı tablomuzun yapımı hem çok kolay hem de çok eğlenceli oldu. Hemen tarifi yazayım;

Bir sonbahar günü, ailecek kendinizi en yakınınızdaki bir parka atıyorsunuz. Etraftaki ağaçları ve yaprakları iyice inceleyip, dört bir koldan en güzellerini topluyorsunuz. Sonra eve gelip bir güzel yıkayıp kurutuyorsunuz, bu harika doğa eserlerini.

Sonrasında evinizde, içindeki resimden sıkıldığınız bir çerçeve belirliyorsunuz. Yaprakları gelişi güzel, kafanıza göre serpiştiriyorsunuz, bu çerçevenin içerisine. Yaprakları sabitlemek için en etkili yol, süngerli çift taraflı bantlar.

Sonrasında da evin en görünen kısmına yerleştiriyorsunuz eserinizi.

Artık evime her girdiğimde bu tablo karşılıyor beni. Havalar giderek soğuyor ama kapıyı açıp bu eserimizi görünce o günkü yürüyüşümüz; yerden aldığım her bir yaprağa karşılık, bir parça stres bıraktığım toprak; yaprakları yıkarken lavabomun renk cümbüşü oluşu; yaprakları sabitlemeye çalışırken bir çok defa yaşadığımız başarısızlığımız ve en sonunda duvara astığımızda "waaaauuuuu, oldu walla.." deyişimiz ve yaşadığımız gurur, aklıma geliyor ve içim sıcacık oluyor..


13.11.2016 / İstanbul / YILDIZ


11 Kasım 2016 Cuma

BU SABAH..

Nedense bu sabah ağır bir umutsuzlukla güne başladım...
Hiç bitmeyen kötü haberlerden midir?
Yoksa bozuk havalardan mıdır?
"Durum umutsuz!" dedim...

Sonra düşündüm ki, umutsuz durum diye bişey yok ki.. Her insanda iki taraf var; biri umutsuz diğeri umutludur; biri hep negatif, diğeri hep pozitif.. Bu iki tarafın üstünlük savaşıdır, aslında kişinin kendisi. Hangi taraf ağır basarsa, kişi o an o olur. Bazen berabere kalır, bazen de biri diğerini ağır bir şekilde yenilgiye uğratır. İşte bu sabah da benim umudum yenilmiş umutsuzluğuma..

Umudum bu yenilgiyi kabul edip köşesine mi çekilecek zannettiniz? Her an, son bir hamle ile umutsuzluğumu alt edebilme gücüne sahiptir o.

Yağmurda başım önde, başımda bu düşüncelerle yürürken biranda durup yüzümü gökyüzüne döndürdüm. Gözlerim, yağan yağmurun etkisi ile kırpışmaya başladı. Sonra ağzımı açtım, gökyüzünden bize gönderilen bu eşsiz nimetten birkaç damla içtim; ilaç niyetine, şifa niyetine...

Hemen etkisini gösterdi mi ne? Omuzlarım dikleşti, yüzüme yayılan bir gülümseme ile başım da dikleşti. Hissettim, kan dolaşımım bile hızlandı. O anda karşıdan bana doğru yürüyen ve yüzünde sanki yılların acılarını yüklenmiş ciddi bir yüze kocaman gülümseyerek "Günaydın" dedim. O da şaşırdı. Gözleri irkildi önce ama yüzüne minik bir gülümseme düştü, yağmur damlalarıyla beraber.

İşte benim umudum, nasıl da bilir işini! Hiç bırakır mı meydanı umutsuzluğuma?

Bıraktım şimdi umutsuzluk kıyafetimi, geçirdim üstüme tekrar umudumu. Fark edebilirsiniz beni artık, ayrıldım çünkü diğer tüm umutsuz grilerden...

Kasım 2016 / YILDIZ




24 Ekim 2016 Pazartesi

HÖŞGÖRÜ

Bu neyin telaşı?
Neyin kızgınlığı?
Ne senin bana,
Ne benim sana
Tahammülümüz yoksa
Nasıl olacak bu beraber yaşamak olayı..
Bu neyin kavgası?
Oysa bu dünya hepimize yetecek kadar!
Sen neden yiyemeyeceğinden fazlasını istersin ki?
İstersin de alabilir misin sanırsın?
Hadi aldın diyelim,
Baki mi kalır sana?
Hadi bu dünyada hepsi senin oldu diyelim,
Ya öteki tarafa yolculuk başladığında
Neyini alıp götürebilecek ki yanına?
Ya da şöyle sorayım,
Götürebileceklerinin içinde ne olmasını istersin;
Hırslarını mı?
Tahammülsüzlüğünü mü?
İncitici sözlerini mi?
Kırdığın, parçaladığın kalpleri mi?
Yoksa hoşgörü dolu yumaşacık kalbini mi...
Hangisi gerçekten ihtiyacın olan,
Hem kendine hem bana;
Hem burada hem orada..


23/10/2016





17 Ekim 2016 Pazartesi

YARIM

Tüm işlerim yarım, her şeyim..
Yazdığım yazılar,
Başladığım ikinci üniversite,
Çizdiğim resimler,
Bakmaya çalıştığım çiçekler,
Okumaya başladığım kitaplar,
Hayalini kurduğum iş planlarım..
Başladığımın sonunu getiremiyorum,
Çünkü sonunu getireceğim beynimin o kısmı da yarım sanki
Kısaca kafam yarım..
N'apalım?
Belki biraz daha büyürsem, yarım aklım tamamlanır da,
Geri kalan tüm işlerimi de tamamlayabilirim o zaman,
Hala nefes alıyorsam vakit var demektir,
Vakit varsa umut da vardır zaten..
Bu nedenle, yarım da olsa seviyorum kendimi;
Karmaşamı;
Gel-gitlerimi..
Çünkü azmim var,
Bir gün tüm yarımlarım "tam" olacak,
Olmasa bile, azmim tam ya,
O bile yeter yarınlarıma..:)

17.10.2016


14 Ekim 2016 Cuma

HAYAT

Hayat'ım tam olarak nerede?
Elimde olmadığı kesin!
Öyle olsa, böyle olur muydu hiç?
Neredesin ey Hayat'ım?
Bir elime geçireyim seni,
Ne yapacağımı bilirim ben sana..

Derken..

Ayyy işte geldin..
Ne çok bekledim seni, ne çok aradım...
Çok da kızdım sana,
Elime bir geçireyim, neler neler yapacağım sana dedim..
Dedim ama sen gelince hepsi geçti..
Yokluğun kızgınlığımı beslemişti
Varlığın çekti yok etti hepsini..
Belli kalıcı da gözükmüyorsun
Ama geldin ya, yeniden bir nefes oldun ya,
Teşekkürler Hayat..:)

14.10.2016 / İstanbul


9 Ağustos 2016 Salı

Zamansızlaşmak

Bir süreliğine, çok kısa bir süreliğine de olsa
Bırak telefonlarının şarjı bitmiş olsun,
O kol saatini hiç takma koluna;
Saat kaç? Bilme!
Bugün ayın kaçı? Unut!
Hatırladığın "Ağustos ayıydı", olsun...
Kendini söğüt ağaçlarının altında
İznik gölüne inen ahşap merdivenlerde oturur hayal et bir süreliğine;
Söğüt dallarının hafifçe esen rüzgarla gölü nasıl okşadığını gör,
Hemen sağında batan tüm kızıllığı yerde ve gökte olan güneşi izle,
Güneşe doğru uçan kuşları seyret,
Belli ki güne doymamışlar ya rotaları batan güneş!
Suyun içindeki yosunların dans edişlerine hayran kal,
Gördüğün balık sürülerine heyecanlan...
Dal, uzun uzun dal;
Gündemden çıkıp, hayallere dal..
Zamanı unut,
Zamansızlaş,
Derin bir nefes al...

Çok güzelmiş!

Ağustos 2016 / İznik







21 Haziran 2016 Salı

RAMAZANLAR GÜZELDİR

Ramazanlar güzeldir,
Sahurdan iftara aç ve susuz kalmak değildir.
Her iftar sofrası bir karnaval havasıdır,
Hele iftar yaklaştıkça herkesi saran müthiş bir telaşı;
En çok kahkaha duyulur bu sofrada,
Pideler sadece o sofrada özüne döner
Hoşgörü, sabır, sonsuz sevgi, paylaşma
Tüm iyilikleri barındırır içinde...
Kalabalık iftar sofralarına, ay ne pişirsem dersin önce
Sonra her yer dolup dolup taşar ya
İster buna ramazan bereketi de,
İster oruç açgözlülüğü de,
Ben buna umut diyorum!
Çünkü bu ayda gönül de boş durmaz,
Ümitsizlik perdesini yırtıp, göklere uçar, umudu bulur.
Umudun olduğu yere, bereket de dolar;
Görebilene, duyabilene, yaşayabilene;
Ramazanlar güzeldir...



8 Haziran 2016 Çarşamba

YABANCI

Beklenmedik bir farklılık!
Benden midir?
Benim dışımdaki her şeyden midir?
Bilinmez ama
Bu gün bu şehre,
Yabancıyım ben!
Tanıdığımı, bildiğimi zannettiğim her şeye...
Her seferinde ters köşe
Her seferinde hayal kırıklığı...
Yabancıyım ben bu insanlara,
Bu hayata,
Bu kadere...
Her gün önünden geçtiğim şu koca söğüde,
Gece gündüz üstümüzdeki gökyüzüne,
Her zaman giydiğim montuma,
Yaza,
İlkbahara,
Saçlarıma bile...
İşte diyorum ya yabancıyım ben bugün durduğum noktaya.
Olsun varsın bildiklerim bir küçük bavul etmesin
Varsın her şeye yeniden başlamak gereksin
Olmasın yönümü gösteren ne bir iz ne de bir işaret..
İşte yine buradayım ya yeter herşeye...

YILDIZ





1 Haziran 2016 Çarşamba

GÜN DOĞAR

Bazen umutların üstüne kapkaranlık bir gece çöker.
Şans bu ya gökyüzünde tek bir yıldız bile olmaz o gece.
Gözlerinin karanlığa alışmasını beklersin bir süre
ama nafile...
Öyle bir zifiri karanlıktır ki o burnunun ucunu göremezsin.
"Aslında biraz ışık olsa umuduma yeniden kavuşurum" dersin.
Sinirlenirsin.
Çaresizlik içinde belki de yapmamam gereken şeyleri yaparsın.
Bir de geç kalmışlık hissinin telaşı sarar.
Hani, neden olmuyor?
Uğraşıyorum ama neden başaramadım?
O yapabiliyorken benim neyim eksik?
Neden? Neden? Neden?...
Bu nedenlere verilecek ideal bir cevap da bulamazsın.
Cevapsız kalan sorular seni çıkmaz sokaklara iter
Umudundan giderek uzaklaşırsın.
"Hayat neden hepimize eşit davranmıyor" dersin
"Onun herşeyi yoluna girebiliyorken
Benim hayatım neden engelli koşu?
Hadi engelli olsun da
Bu kadar çabaya engeller de aşılmayacaksa
Bu neyin uğraşı" dersin.
Umutsuzluk umutsuzluğu doğrurur ve
Girdiğin zifiri karanlık içinde giderek kaybolursun
"Birşeyler eksik ama ne?" dersin
Panikledikçe belki de gözünün önündeki eksik parçayı göremezsin
Olmayacak yerlerde aramaya başlar
Hem zamanı boşa harcarsın
Hem de karamsarlık içinde kaybolup gidersin
Aslında böyle bir durumda
Beklemek en iyisidir
Yanından hızla akıp gidep hayata inat beklemek
Eğer önünü aydınlatabilecek hiçbirşey yoksa bekle
Er ya da geç
Önünden ya da arkandan
Gün doğacak!
Sonra bi bakmışsın ki,
Çok uzaklarda aramaya kalkacağın umudun yanında
Yanıbaşında...
Ve kaldığın yerden devam edersin yoluna...


...


24 Mayıs 2016 Salı

VE KAZANAN...

Hayatında bir şeyin olması için öyle çabalarsın öyle uğraşırsın ki; her saniyesinde emek, her saniyesinde umut vardır ve sonucunu öğrenmeye kalmıştır iş sadece.

Sonucun açıklanacağı o gün gelip çattığında heyecandan bir şey yapamaz hale gelirsin. Ellerin titrer, ara ara uyuşma gelir. Kalbin başka bir türlü atar. Ruhun kanatlanıp uçar da bedenin külçe gibi kalır. Sonra birden ruhun geri döner, kıpır kıpır olursun. Çok kısa bir süre içinde bir anda yeniden külçeye dönersin. Bir sürü gel-gitler yaşarsın yani..

Sonra kendini en kötüsüne alıştırmaya çalışırsın; "Sonuç ne olursa olsun, önemli olan sonuca giden yoldaki emektir." dersin kendi kendine.

Bir süre sonra bu fikri bir kenara atarsın, "Kazanamazsam çok üzüleceğim, belki bi daha hiç başaramayacağım, belki de bu bir işarettir bana" der ve herşeyden vazgeçer; yarım bırakırsın.

Sonra tekrar yeni bir düşünce üşüşür başına; "Hiçbirşey beni yıldırmayacak, hatta daha da kamçılayacak. Daha iyisi, daha da iyisi hatta en iyisi için devam devam devam.." der umutla dolarsın.

Sonra tekrar modun düşer.

Bir ara bir umursamazlık gelir ama ziyareti kısa olur. Tekrar karmaşık düşüncelerin biri gelir biri gider. Bazen hep bir ağızdan konuşurlar. Gürültüden başın ağrır, bir sinir gelir. Sağ omzundan koluna, oradan da parmaklarına bir ağrı girer.

Kafanı dağıtmak istersin, kafanın içine üşüşüp kafanın içine eden düşüncelerden uzaklaşmak için farklı bir şeyler ararsın. "En iyisi bir çay doldurayım kendime.." dersin. Bardağa koyduğun çayı, hiç olmazsa 2-3 derece soğumasını beklemeden hüpletmeye çalışırken dudakların, dilin yanar; irkilirsin, elindeki bardak sallanır ve gırtlağına kadar doldurduğun bardaktan taşar o çay, elini de yakar. Çaydan da vazgeçersin. Beklersin...

Hep ilkler önemlidir, değerlidir ya... Ya en mutlu eder ya da en çok acıtır canını; ilk aşk, ilk doğum, ilk arabanı çarptığın gün..O ilkler hiç unutulmaz. İşte o ilklerden biridir senin için o an. İlk kez böylesi bir yarışa girmişsindir ve sonucunu beklemektesin..

Ve sonuç...
Ve kazanan...
Derken..

Bakarsın ki listede yoksun. Sanki soğuk bir duş yemişe dönersin. Sonra beynine bir ateş basar. Bir üşür bir terlersin...
"Acaba diğerleri neydi de kazandı?" diye sorarsın kendine, bilemezsin, anlayamazsın. Biraz önce tüm olasılıkların kafandan geçtiği düşünceler yok olmuş; ücretsiz piknik alanlarının gün sonu haline dönmüştür kafanın içi; etrafta toplanmamış çöpler ve koca bir sessizlik hakimdir.

Peki bu durumda pes mi edecek?

Hiç sanmam..

Çünkü
Her şeyin var zamanı,
Var sırası,
Var bir nedeni...
Ne yaşananlar
Ne de yaşatılanlar;
Ne konuşulanlar,
Ne kayıplar
Ne de kazançlar;
Ne zaferler;
Ne de hüsranlar;
Ne artışlar,
Ne de azalışlar, yok oluşlar...
Boşu boşuna değil!
Her ne oluyorsa
Senin için,
Benim için,
Bizim için,
Hepimiz için...

Ve günün sonunda kazanan sensin. Çünkü öğrendin. Çünkü öğrenmek de kazanmaktır. Çünkü öğrendin ki, kaybetmiş bile olsan hayatın sonu değil; yaşam yeşerip güzelleşmeye devam ediyor her şeye rağmen...




20 Mayıs 2016 Cuma

ÇOCUĞUM BEN

Bi bakmışsın ağlar,
Bi bakmışsın gülerim;
Öyle ya çocuğum ben!
Yeşile ihtiyacı olan,
Çamuru keşfetmeye,
Sokaklarda top oynamaya,
Ağaçlara çıkmaya ihtiyacı olan
Çocuğum ben!
Yaşamında bana ayıracağın
Zamana ihtiyacı olan,
Çoğu zaman unutulan;
Her an hatırlanmaya ihtiyacı olan
Çocuğum ben!
Sevgiye ihtiyacı olan,
Huzuru hissetmeye,
Mutlulukla barış içinde yaşamaya,
Özgürlüğe ihtiyacı olan...
Öyle ya çocuğum ben!
Hayalleri olan,
Bir balona dünyaları değişmeyen,
Sevinçten göklere uçabilen,
İçindeki çocuğum ben...



matthew johnstone

12 Mayıs 2016 Perşembe

BAŞLAMAK

Varsam,
Hayallerimle...
Çünkü hayalleri için yaşar insan.
Yoksam zaten,
Hayal benim neyime?
Olmam pişman, isteyip de yaşadıklarımdan;
Olurum pişman, hayal edip de yapamadıklarımdan!
Geldiğinde son nefesimi vereceğim gün,
Bir film şeridi gibi gözlerimin önünden
Geçecek olan hayatımda
Keşkeler ve pişmanlıklar görmemek için,
Ertelemem hiçbir düşümü yarınıma!
Çünkü her şey için çok geç olacak o gün;
Çünkü en güzel gün bugün,
Başlamak için yeniden...


Yıldız KÜÇÜKSU









10 Mayıs 2016 Salı

ELEKTRİKLENME

Yapay hayat,
Yükledi elektrik!
Çarpar olduk
Elimizin değdiğini elimizle
Elimizin değmediğini dilimizle...
Hiç dinmeyen öfkemiz,
Geçmeyen stresimiz,
Elden giden yaşama sevincimiz,
Hepsinin oldu sebebi.
O halde?
Doğaya çıkmalı,
Çamura batmalı,
Yağmurda ıslanmalı,
Tüm elektriği akıtmalı,
Rahatlamalı,
Mutlu olmalı...



8 Mayıs 2016 Pazar

ANNE OLUNCA

Yaklaşık 7 yıldır anneyim ben; son 20 aydır da da ikiye katlanmış durumda...

Bitmek bilmeyen ağlamalar,
Pişik Popolar,
Çişler, Kakalar,
Çıkmak bilmeyen sancılı dişler,
Uykusuz geceler,
Yenmeyen yemekler,
Çıkmayan lekeler,
Çizik duvarlar,
Dağınık odalar,
Ödevler ödevler,
Sürekli koşuşturmacalar,
İstekler, sorular,
Dizleri delinmiş pantolonlar,
Sürekli akan burunlar,
Yükselen ateşler,
Kusmalar, hastalıklar...

Vesselam annelik zormuş. Bir de bunun yaşamadığım dönemleri var ki, düşündükçe sıcak terler boşalıyor tepemden;

TEOG süreçleri,
Ergenlik tripleri,
Üniversite seçimleri,
Gençlik Rüzgarları,
Delikanlılık işleri,
Askerlik dönemi,
İş arayışları,
Evlilik süreçleri,
Gelinler ahhhh o gelinler...

Kolay olacak denilmemişti bana ama bu kadar da zor beklemiyordum doğrusu!

Uykularım ne derindi önceden.
"Top atsalar duymazdın", derdin.
Şimdi nefes alışları değişse,
Dikilir oldum iki yan odadan.
Ne zor bir işmiş bu böyle!
Akıl karı da hiç değilmiş,
Yüreğime çöreklenmese sevgileri,
Çekilir dert de değilmiş.
Meğer bilmez dedikleri her şeyi bilip de,
Çoğu zaman ses edilmezmiş;
Eve bir 5 dakika geç kalındığında,
Yürekler hop oturup hop kalkarmış.
Belki güç yetmez bazı akşamların oyunlarına
Ancak görününce gözünde yaş, olsa bile bir damla
Bu dünyayı tepetaklak etmek için Aslan olunurmuş her koşulda.
Hep derdin, anne olunca anlarsın diye,
Anne olunca anlayabildim, neden diye...

Hayırlı bir nesil yetiştirebilmek dileği ile tüm "Aslan Anneler"e en içten sevgi ve saygılarımla...



5 Mayıs 2016 Perşembe

HIDIRELLEZ

Çizilsin tüm umutlar bir kağıda,
Bırakılsın akşamdan geceye
Gece güne kavuşunca
Uyanılsın yüreğe kazınmış umutlarla
Densin yeni güne yeniden merhaba...

Bu akşam Hıdırellez akşamı, sakın ola unutup da istediğiniz şeyleri bir kağıda çizip, balkonunuza bırakmadan ya da ne bilim bir gül dalına asmadan yatmayın. Hangi yöntem olursa olsun mutlaka güzel dileklerimizi bir kağıda çizelim bu akşam. Belki herşeye yetişen Hızır bu akşam bize de uğrar ve tüm hayırlı isteklerimiz kabul olur. Olmaz olmaz demeyin, Nasrettin Hoca'nın gölü mayalamaya çalıştığında söylediği gibi; "Ya tutarsa!"..:)


4 Mayıs 2016 Çarşamba

BALKON

Balkonsuz ev sohbetsiz çaya benzer,
Çay aynı çay olur da,
Tam olmaz aldığın tat.
Balkonun olacak arkadaş
Büyük ya da küçük;
Bir masan, en az iki sandalyen,
Saksıda çiçeklerin, yumuşak yastıkların,
Mumların, süslerin, renklerin olacak,
Hem seni anlatan
Hem seni anlayan;
Stres olunca atacaksın kendini koynuna,
Bir nefes alacaksın;
Parmağınla toprağın
Suya ihtiyacı var mı çiçeğinin
Anlayacaksın;
Bir çay demleyeceksin
Ya da bir kahve pişirip
İki lafın belini kıracaksın
Eşinle, dostunla,
Kızçelerinle, kızancıklarınla...



3 Mayıs 2016 Salı

DUA

Artık elinden gelen bir şey kalmadıysa,
Gönlünden geçeni,
Dilinle söyle;
Çünkü dua temennidir,
Çünkü dua umuttur.
Bırakma umudunu,
Ne gönlünden ne dilinden...


2 Mayıs 2016 Pazartesi

SUSMAK

Bazen bilmelisin susmak gerektiğini,
Ne karşındaki insandır, ne de söylediği laftır çünkü;
Ancak zordur içindeki fırtınaları tutmak.
Her yanın yanıp tutuşurken cevap vermek için,
Susmak en anlamlı cevaptır aslında;
Sen sustukça karşındaki coşar,
Karşındaki coştukça, sana gelirse bir sakinlik,
İçindeki fırtınanın bulutları dağılmaya başlayıp da
Güneş de yüzünü gösterirse;
İşte o an!
Tarifi zor bir haz verir insana;
Karşındaki düştüğü derin çirkef kuyusunda
Tek başına debelendikçe debelenir de;
Sen inadına tüm ağırlığı söküp atarsın içinden
Gülümseyerek devam edersin ya yoluna,
İşte budur!




28 Nisan 2016 Perşembe

HAVİGO ile KUŞİGO

Havigo ile Kuşigo...Bunlar rahmetli babanemin, rahmetli ablamla bana taktığı isimlerdi. Ben Kuşigo idim, ablam ise Havigo. Ne anlama geldiğini hiç bilmiyorum. Koşulsuz kabul etmiştik takma isimlerimizi çünkü bu aynı zamanda müthiş bir oyunun başlangıcıydı bizim için.

Hani hafızada bazı anılar vardır ki, o ana ait görüntüler çok yeni yaşanmış gibi taptaze kalır. İşte bu ender anılarımdan biridir babanemin bizi yedirmesi oyunu. Belki ben 4-5 yaşlarındaydım, bu durumda ablam da 6-7 yaşlarında olmalı. Köydeyiz, babanem, misafirleri kabul ettiğimiz odadaki divanda oturuyor.  Divanın üstünde mavi kumaştan, etekleri anneciğimin güzel elleri tarafından işlenmiş bir örtü var. Yine üzerinde aynı kumaş ve işlemelerle geniş sırt yastıkları. Babanemin başında beyaz yemenisi, bir ayağını poposunun altına almış, diğer ayağı divandan sarkıyor. Sarkan ayağı yere değmiyor. Arada bir sallıyor ayağını ve o güzelim örtünün etekleri uçuşu veriyor..

Babanem, elindeki koca sahandaki yemek ile bir Havigo diyor bir Kuşigo diyor. O anda bize ne yediriyor hatırlamıyorum, zaten burada önemli olan ne yemek olduğu ya da bizim aç olduğumuz falan değil.

Divanin karşısındaki duvarda bir masa, öyle şimdi her evin salonunda olduğu gibi kocaman değil, iki tahtadan sandalyenin yan yana zor sığanlarından...

Zaten, köyde yemekler bu odada yerde, yer sofrasında yenirdi. Eğer çok misafir gelmiş ise ve yer sofrasına sığılmıyorsa masa da kurulurdu. Yani yardımcı, yedek bir eşya sadece..

İşte o masanın altına girerdik ablamla, emekleme pozisyonunda beklerdik. Babanem Havigo derdi, ablam hızlıca emekleyerek gider babanemin uzattığı kaşıktaki yemekleri ağzına atar, hemen geri dönerdi. Babanem - Kuşigo, derdi. Ben hemen gider, yine aynı kaşıktan yemeğimi kapardım. Çocukken yeme problemimiz var mıydı, hiç bilmiyorum ama bu basit oyuna zevkle iştirak ederdik. Her bir kaşık için masa ile divan arasında emekleyerek gidip gelmekten hiç usanmazdık.

Büyüklerimizin bizimle oynadığı tek oyun buydu, hatırladığım. Eminim ki, başka oyunlar oynamış olsaydık hatırlardım. İsterdim ki, bizimle daha çok oyun oynasalardı da daha çok buna benzer hatıralarım olsaydı...

Madem bir çocuk olarak, anne - baba ya da diğer aile büyükleriyle oynanan oyunlar bu kadar önemli benim için, eminim ki çocuğum için de önemli olacaktır. O halde düşünmeliyim ve bir oyun kurgulamalıyım ben de. Şöyle basit, eğlenceli ve ama bize özel olmalı. Oyunda hepimizin bir takma ismi olsun mesela, anlamı olmasa da olur. Arada bir çocuklarımla oynamalıyım ki, akıllarında yer etsin, büyüyünce kendi çocuklarına da anlatabilsin ve beni sevgiyle ansınlar istiyorum. Tabi bizimkiler erkek, onları Havigo ve Kuşigo tarzı yumuşak bir oyunla cezbedemem. Biraz daha fazla hareket gereken bir oyun lazım bana!


26 Nisan 2016 Salı

TERCİH MESELESİ

Hayatı yaşayan mı?
Yaşayan hayatı seyreden mi?
Hangisiyim ben?
Benim tercihim,
Hayatın kendisinden yana;
Gün olur doya doya yaşar,
Hem de düşe kalka;
Gün olur hayretle seyreder,
Hem de güle ağlaya..
Önemli olan doğru yerde doğru zamanda
Hem yaşayabilmek keşkeler olmadan
Hem de seyredebilmek,
Tanık olabilmek için mucizelere...
Hayat sadece
Mezar taşındaki iki yıl arasındaki
Kısa çizgi ise eğer,
Ben hem yaşarım hem de seyrederim...



25 Nisan 2016 Pazartesi

NİSAN YAĞMURU

Benim öfkem,
Nisan yağmurlarına benzer!
Birden şimşekler çakar;
Dolular, yağmurlar boşalır...
Dersin, tam güneş açacak
Yine kapanır; geri gelir gri bulutlar...
Sen pes edip yağmuru izlerken,
Birden bulutlar dağılır; güneş açar;
Hatta azıcık da şanslı günündeysen,
Gökkuşağı bile çıkar...

Dilerim ki, dört gözle beklediğim ve dün akşamdan beri yağan Nisan yağmurları hepimize bol bereket, neşe ve umut getirsin...:)



22 Nisan 2016 Cuma

HAYDİ ÇOCUK OLALIM!

Yarın 23 Nisan!
Çocuklarla çocuk olmak için ne güzel bir şans!
Çocukları alıp makamlarımıza oturtmayalım bu yıl, onların bizi anlamalarına gerek yok çünkü; yeter ki biz onları anlayalım!
O nedenle bizler makamımızdan inip onların makamına geçelim yarın;
Geçelim ki, çocukken icat ettiğimiz, ancak büyüdüğümüzde unuttuğumuz gülmeyi hatırlayalım;
Geçelim ki, büyüdüğümüzde herşey'de hiçbirşeyi bulamazken, çocukken hiçbirşey'de herşeyi bulabildiğimiz hatırlayalım;
Geçelim ki, ne kocaman oyuncaklar, ne pahalı kıyafetler, çocukken en önemli şeyin beraber geçirilen oyunlu saatler olduğunu hatırlayalım;
Geçelim ki, çocukken en çok, sevildiğimiz zamanları hatırladığımızı hatırlayalım;
Geçelim ki, nasıl içten, nasıl cesur, nasıl gösterişsiz olabileceğimizi hatırlayalım;
Geçelim ki, dur, hoplama, atlama denilirken bize "Yaşamayalım bari!" dediğimiz günleri hatırlayalım...
Çocuklarla çocuklar gibi bayramımızı kutlayalım.
Ne şanslıyız ki böyle bir bayramımız var diyelim hem bayramımıza hem de çocuklarımıza sahip çıkalım ve 23 Nisan'ın hakkını verelim.
Kendimize de bir şans verip, 23 Nisan'da biz de çocuklarla çocuk olalım!
Haydi hazırlanın yarın büyük gün...:)
Bayramımız kutlu, çocuklarımız mutlu, yüreklerimiz umutlu olsun!

Yıldız Küçüksu
22.04.2016 / İstanbul


21 Nisan 2016 Perşembe

NEFES

İşte benim görünmeyen kanatlarım;
İstediğimde de uçabilirim,
Derin bir nefes alıp
Hayata yeniden başlayabilirim...
İnanmam hayatın kırktan sonra başladığına,
Yok bir önemi hangi yaşta olduğumun,
Ne birşeyler için geç
Ne de birşeyler için erken kaldığıma...
Bilirim işte şu anda,
En doğru vaktin olduğunu;
Bilirim her nefeste,
Hayatın yeniden başladığını...

Yıldız KÜÇÜKSU
21.04.2016 / İstanbul


20 Nisan 2016 Çarşamba

GERÇEK

Bulamıyorsan aradığını, değiştiremiyorsan hoşlanmadığını,
O halde değiştir sen de bakış açını,
Belki de şimdiye kadar gördüğünün,
Göreceksin gerçekle bir ilgisi olmadığını...

Bu satırları yazmama sebep olan İngiliz sanatçı Tim Noble ile Sue Webster tarafından kurgulanıp çeşitli atık malzemelerden yapılmış aslında anlamsız gibi duran yığınların çok da anlamlı gözüken gölgeleri...









18 Nisan 2016 Pazartesi

HAYALİM

Hayalim,
Bir dikili ağacım olsun!
Dalları kocaman,
Kökleri kocaman...
Zaman geçsin yeni dallar eklensin,
Eklenen yeni dallarla kocaman bir bütün olsun!
Bir dalında iki salıncak yan yana,
İki oğlum sallansın,
İki dost sallasın,
İki sevgili sallansın...
Her sallanan ikili hep kardeş, hep dost, hep sevgili kalsın!
Yıllar geçsin,
Ben kırmızı şapkam ve kırmızı ayakkabılarımla
Eşim de hiç vazgeçemediği yuvarlak gözlükleri ile
Yine sallansın!
Ve bir ömür geçmiş olsun mutlu...
Bir dikili ağacım olsun!
Dalları kocaman,
Kökleri kocaman...
O bize benzesin, biz ona!

Yıldız KÜÇÜKSU
18/04/2016 - İstanbul


15 Nisan 2016 Cuma

NİSAN

Belki bu gün,
Olmayabilir planladığın gün!
Olsun! Sen yine de iyice bak,
Bir güzellik vardır mutlaka, yaklaş!

Nisan yağmurları, saça da iyi gelir ruha da... Bu aralar pek bi güneşli havalar ama yağmur yağarsa sakın kaçırmayalım bu fırsatı yoksa yakalamak için 11 ay daha beklemek zorunda kalırız!



14 Nisan 2016 Perşembe

Mutluluk için Bahaneler!

Düşünüyorum da ne çok bahane üretebilme kapasitesine sahibiz biz böyle! Başka hiçbir şeyde bu kadar marifetli değiliz sanırım. Her şeye bir bahanemiz var maalesef. Mesela kendimize vakit ayıramıyoruz, işler çok yoğun hiç vaktim kalmıyor bahanesi arkasına saklanarak; çocuklarımızla yeterince ilgilenmiyoruz yorgunluk bahanesi ile; tatlı yemekten alamıyoruz kendimizi kan şekerim düşüyor bahanesi ile; bir boğaz havası al bari, İstanbul'da yaşadığını anla desek trafik bahanemiz var....

Bu liste uzar da uzar. Bahane bol çünkü. Aslında bahane üreterek zoru seçiyoruz. Ürettiğimiz bahaneler en çok bizi yoruyor en çok bizi mutsuz ediyor. Oysa çözümler öyle basit öyle göz önünde ki! Bir ölüme çare yok, onun dışındakilerin hepsinde bir çıkış yolu vardır mutlaka, kolay ya da zor. Önce buna inanmakla başlamalı güne.

Mesela kendime ayıracak hiç vaktim yok mu diyoruz? Her sabah uyandığımızda kollarımızı yukarı kaldırıp, güzelce bir gerinerek ve kendimize kocaman bir günaydın diyerek başlasak! Sonra camınızı açıp, taze sabah havasını içimize çeksek! Biraz da cam önünde gerinme hareketleri yapsak, kaç dakikamızı alır ki? Bozar mı o günkü yoğun programımızı, alt-üst mü olur tüm işlerimiz?

Mesela eve geldiğinizde çocuklarla ilgilenecek halimiz yoksa, doktorculuk da mı oynayamayız? Biz hasta olsak, o doktor. Bizi muayene etse, ameliyat etse, ne bileyim yalancıktan çay yapsa bize içirse; sonra ona teşekkür etsek, öpsek sarılsak yorgunluğumuza yorgunluk mu eklenir?

Mesela tatlı yemeden duramıyorsak, yemezsem mutsuz oluyorum ben, bahanemiz mi var? Bi bırakalım gerçekten, tatlı krizimiz mi geldi, bir kuru meyve atalım ağzımıza, ne bileyim hemen gidip dişlerimizi fırçalayalım ya da kalkıp biraz yürüyelim. Kriz miriz kalmıyor, geçiyor vallaha da billaha..

Mesela trafikten bir Boğaz'a bile gidemez olduk, bahanemiz mi var? Pazar sabah erkenden kalksak, mesela 7 gibi. Kimsecikler yokken sokaklarda, rahatça istediğimiz yere gitsek, yürüsek, bir simit alıp yesek, denizin kokusunu içimize çeksek, kuşların şarkılarını dinlesek, sabah güneşi yüzümüze vursa... Çok mu zor olur?

Bizi mutsuz eden bahanelerin arkasından çıkalım ve bu saklambaç oyununa bir son verelim artık çünkü orada kaldıkça bizi kimse bulamayacak.

Hadi hayatımızı kolaylaştıralım ve kendimize mutlu olmak için bir bahane bulalım!


13 Nisan 2016 Çarşamba

Bir Garip Dünya!

Düşmem dersin düşersin,
Kalkamam dersin ayaktasın..
Gözün gibi bakar büyütürsün,
Gün gelir olur yabancın..
Bugün dostum dersin,
Olur yarın düşmanın,
Dün düşmanım dediğin,
Bugün olur dostun...
Öldüm dersin yaşarsın;
Yaşıyorum dersin farksız gibi bir ölüden..
Her şeyin değerini bilirsin ama bilmezsin kıymetini!
Hep bahsedersin iyilikten, cesaretten,
Ölür tazecikler, belki sızlar yüreğin
Dilin söyler ama kıpırdamaz kolun, alışırsın;
Bir garip dünya dersin, geçer gidersin..

Bir garip dünya deyip, geçip gitmekle; günüme şükretmek, anı yaşamak arasında garip ve incecik ama çok keskin bir çizgi var. Bazen anı yaşıyorum derken, çevrede olanlara gözümü kapatabiliyor ya da görüp sırtımı çevirebiliyor hatta daha da vahimi alışabiliyorum. Ucu bana, sevdiklerime değmediği sürece sorun yok diye düşündüğümden midir, iki vah vah ve böyle gelmiş böyle gider diyorum ve yoluma devam ediyorum? Ama unuttuğum bir şey var aslında! Ya o uç, gün gelip benim kalbimin orta yerinden girip sırtımdan çıkarsa? Olmayacağının garantisini verebiliyor muyum kendime? Kesinlikle hayır! O halde biraz durup düşünmeliyim. Acaba şu anda yaşananları direk ben yaşıyor olsam, evime ve kalbime ateşler düşmüş olsa, içten dışa - dıştan içe alev alev yanıyor olsam da yine de dilimden "vatan sağ olsun" sözleri dökülse, çevremdekilerin, aynı bayrak altında beraber yaşamaya çalıştığım herkesten nasıl davranmasını beklerdim?

Bilirim ağlamak ile gülmek kardeş;
Gözyaşlarım süzülürken yanaklarıma,
Kalbimden ruhuma;
Bir anda güle de bilirim...
Bilirim bu ne ilk,
Ne de son olacak!
Bilirim bunu sadece ben yaşamam
Yarın ona da olacak...
Ama beklerim ki,
Acım karşımdakinin de yüreğini acıtmış olsun,
Yürekler birleşmiş, sele dönmüş olsun;
Ne silahlar ne bombalar,
Sadece yüreklerden gelen sel ile
Temizlesin kötülükler...

Yıldız KÜÇÜKSU
13/04/2016


12 Nisan 2016 Salı

Kaybolan İlhamım!

Bulanlar ancak arayanlardır!
(Mevlana)

Ben de arıyorum! Kaybolan ilhamımı arıyorum! Gören, bilen, duyan varsa insaniyet namına bir haber salsın bana. Öyle ortalıkta başıboş dolaşan bir ilham görürseniz, kesin benimkidir. Bir haftadır kendisinden haber alamıyorum. O nedenle ne yazabiliyorum ne de çizebiliyorum. Son yıllarda moda olan budanmış ağaçlar gibiyim. Tüm kollarım kesilmiş sadece kütük gibi bir gövde ile kalakalmış gibiyim.

Onu bulabilmek adına, en sonunda çocuk çombalak İzmir - Alaçatı'ya gitmek için bir tura yazıldık. Dediler ki Ot Festivali var. Belki kurulan standlarda, çeşitli otların arasında, Alaçatı'nın dar ama sevimli, sanat dolu, yaratıcılık dolu sokaklarında ya da Çeşmeli kadınların yapıp sergilediği leziz yöresel tadların arasındadır, kaybolan yaramaz ilhamım!

Tamam o halde, hazırlanın gidiyoruz, dedim ev halkına. Aslında bu tura katılmadan önce bir çok başka tur firmalarıyla görüşmüştüm. Nedense çocuklarımdan birinin 1,5 yaşında olduğunu söyleyince, kabul etmemişlerdi bizi. Nedenini turun içinde bizzat yaşayarak öğrenmek varmış kaderimde...

Düşünmüştüm ki, otobüsle geze geze, oynaya güle gider; belki de yollarda, hiç beklemediğim bir yerde bulurdum aradığımı. Tabi bazen işler planlanıldığı gibi tıkır tıkır yürümüyor. Aksilikler bir başlayınca ardı arkası kesilmiyor. Bir yandan 1,5'luk kuzuyu rahat ettir, diğer yandan 6,5'luk kuzuyu ihmal etme, öte yandan otobüstekilere rahatsızlık verme!

Otobüstekiler! %90'nı 60 yaş üstü, özgür mü özgür, bol çene, en ufak bir şeyden memnuniyetsizliklerini umarsızca gösterebilen kadınlar. Ben onların enerjilerini gördükçe kendimden utandım. Sanki onlar gencecik, körpecik; sanki bende yaş 80 üstü... Onlar kendi aralarında kıkırdayıp, güldükçe, ben - çııkkkk çıııkkkk, çektim içimden. Sonra da güldüm bu halime. Yakın bir tarihe kadar, bana -çıııkkkk çıııkkkk çekilirken, şimdi de ben çeker olmuştum.

Neyse ki, sabah olunca ilk olarak otele gidilecek ya, önce bir güzel dinlenir, yol yorgunluğunu atınca arama çalışmalarıma başlayabilirim, diye düşünüp olumlandırmalar yaparken; rehberimiz en gür sesiyle tur programında değişiklik yaptığını otele akşama giriş yapacağımızı, bu arada bol bol gezeceğimizi söyledi!

Tabi minik kuzum dayanamadı bu tempoya ve midesindekilerin tamamını önümden, arkamdam üstüme boşalttı. Benim üstüm, onun üstü tamamen battı. Otobüstekilerin midesi de kalktı normal olarak. Kendi aralarında - Biz hiç böyle gezilere, bu kadar küçük bebekle katılmamıştık...

Sorgulayan, kızan, küçümseyen, acıyan bakışlar altında çaresiz kalmış ben. Neyse ki otobüsün içine gelmedi, hepsini üstümde tutmayı başarmıştım. Tüm otobüs İzmir saat kulesinin çevresinde fotoğraf çektirirken, biz de temizlenme telaşındaydık. Onu bulmak için çektiğim bunca eziyete rağmen, vicdansız diyeceğim artık, ilhamımdan bir iz de yoktu ortalarda. Zaten beni böyle görse, arkasını dönmeden kaçardı benden.

Gün bitiyordu ve beni ayakta tutan tek şey otele gidip temizlenip dinlenebileceğim ümidi idi. İnternetten bakmıştım, Çeşme - Ilıca'da denize sıfır, kendine ait kumsalı olan şirin bir oteldi. Şansımız dönerse, odamızdan denizi bile görebilirdik. Ben bu düşünceler içinde hafif tebessümle küçük kuzumu zaptetmeğe çalışırken, ara bir sokakta, etrafında inşaatları devam eden binaların bulunduğu bir binanın önünde durduk. Otelimiz burasıymış! Oda oldukça iç karartıcıydı ve pek de temiz değildi. Penceresinde tül yoktu eğer inşaat manzarasını görmek istemezsem kalın bordo perdeleri vardı, mecburen çektik. Cama takılması gereken tülü ise, dolap kapakları olmayan dolabın önüne asılmıştı. Ama duş alınacak bir yeri ve sıcak suyu vardı. Daha ne olsun dedim içimden...

Ertesi gün tüm olumsuzlukları geride bırakıp, yeni bir güne tazelenmiş uyandım. Bugün tekrar festival alanına gidip aramalarıma devam edecektim.

O da nesi? Festivali duyan buraya gelmiş gibi. Öyle bir kalabalık ki; ne festival için kurulmuş standları görebildim ne sevimli Alaçatı'nın taşlı yollarını ne de sokaklardaki şirin detayları. Koca bir insan seline kapıldık, aktık sadece. Benim ilham buralardaysa da zaten bu kalabalığın ayakları altında ezilmiştir...

Müthiş kalabalık, Alaçatı'nın olmazsa olmazı rüzgar ile birleşince hepimiz içmeden sarhoş olduk. Dönüş yoluna girdiğimizde bir tarafım düğün dernek kurdu diğer tarafım minik kuzumun yol boyunca neler yapabileceğini düşündükçe korktu. Neyse ki herkes sağ, otobüs tutması dışında sağlıklıydık ve er ya da geç varacaktık evimize, kazasız belasız inşallah, diyerek yol bitti 12 saatin sonunda. Gerçi bana günlerce süren bir dönüş yolu gibiydi.

Evimdeyim sonunda! Gücüm olsa ağlayıp yeri öpeceğim. Son bir enerji ile çocukları yatırdım. Yorucu geçen böyle yolculuklardan sonra - insanın evi gibisi yok - derim hep. Biz yokken 2 günde, her taraf kapalı olmasına rağmen nerden geldiğini anlamadığım tozlar bile sevimli gelir bana - tozsa benim tozum, kirse benim kirim- derim.

Gözlerimi kapatıp, derin bir nefes aldım ve verdim. Gözlerimi açtığımda ilhamım karşımda, camın önündeki tekli koltuğumda oturmuş bana bakıyordu;

- Bu kadar uzağa gitmene gerek yoktu... dedi.

Ben birşey diyemedim. Yorgunluktan mıdır, yoksa nerede bulduğumun ne önemi vardı aradığımı bulmuş olmamdan mıydı bilmiyorum. Gülümsedik birbirimize özlemle. Ona karşı kızgınlığım uçup gitmişti çoktan ve ikimizde çok iyi biliyorduk ki, yaşanılan her ne ise, olması gerektiği içindi. Şer sandığımız bile belki de hiç göremeyeceğimiz bir hayr içindi aslında. Şimdi güzel bir uyku çekme vakti idi; yeni güne, tazecik başlamak için..

Yıldız KÜÇÜKSU
10.04.2016 - İstanbul





29 Mart 2016 Salı

ÖĞRENİYORUM..

Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.

Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu
öğrendim.

Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını,
zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanin içinde
iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu
öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
Gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar
önemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek
olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
sürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da
“lezzet” kattığını öğrendim.

Her canlının ölümü tadacağını,
ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim. ( Mevlana)


Öğreniyorum, her an yeni birşeyler öğreniyorum ben de...

Öyle ya, bu dünyaya öğrenmek için gelmedik mi?

O halde hakkını vermek, daha çok öğrenmek ve sevdiklerimizle paylaşmak lazım çünkü paylaştıkça değeri artan tek şeyin bilgi olduğunu öğrendim mesela...

Benim öğrendiklerim size öyle aman aman büyük şeyler gelmeyebilir ama bana faydası bol, getirisi fazla..

Mesela, ruhen düştüğümde, Ömer Hayyam'dan dörtlükler ve Mevlana'dan şiirler okuduğumda hemen yüksele bildiğimi öğrendim...

Çayı - kahveyi şekersiz içmeyi öğrenmiştim çok evvel ama, bir dost ile yapılan gerçek bir sohbet ile içilen çayın, kahvenin baldan tatlı olduğunu öğrendim mesela.. Sonra baktım, gerekli gereksiz ne çok insan doldurmuşum hayatıma, eleyip, gereksizleri çıkarıp hayatımdan, bana huzur ve mutluluk verebilecek, karşılıklı şakalar yapıp ağız dolusu gülebileceğim ve her konuda konuşabileceğim insanları hayatımda bırakmayı öğreniyorum yeni yeni mesela..

Sabahları evden 15 dakika daha erken çıkıp oğlumla, 10 dakika temiz havada basket oynamanın, ardından yakındaki fırından küçük poğaçalardan alıp taze meyve suyu ile 5 dakikada yeyip, onu okula, kendimi de işe bıraktığımda günümün ne kadar daha güzel geçtiğini çok yeni öğrendim mesela..

Çiçeklerimle daha çok konuşmam gerektiğini, yanlarında sık sık kahkahalar atman gerektiğini, kötü olaylardan nasıl çocuklarımın yanında bahsetmemeyi öğrendiysem, çiçeklerimin de yanında konuşmamayı öğrendim mesela..

Annemle başbaşa vakit geçirmeyeli ne uzun zaman olmuş, hep çocuklarla hep kalabalık, harala gürele geçen ortak saatler... Tamam çok eğlenceli, bol kahkahalı ama anneyle başbaşa geçirilen bir - kaç saatin ne kadar kıymetli olduğunu, anneme daha sık, yalnız da gelmem gerektiğini öğrendim mesela... Karşılıklı koltuklarda uzanıp sohbet etmek, eski dantellerini çıkarıp, acaba nasıl değerlendirsek diye "beyin fırtınası" yapmak, eskilere dalmak, biraz hüzünlenmek, bolca gülmek; bu içinde sıkıştığımız kocaman hengamede ne kadar da iyi gelirmiş insana, öğrendim mesela...

Çocukluğumdan beri sokakları çok severim. Annem bıraksa 7-24 sokakta kalabilirdim çocukluğumda. Arada bir karnım çok acıktığımda ya da susadığımda, bir de söylemesi ayıp tuvaletim geldiğinde eve girsem yeterdi ama annem öyle akşamları çıkmama izin vermezdi. Hava kararmadan evde ol derdi. Her gün eve girişimde "öffff, bu ne ya? Yine sokak köpekleri gibi kokuyorsun, çabuk banyoya..." derdi. Oysa ki kendime hiç kötü kokmazdım, bıraksa öyle kıyafetlerimle uyuyabilirdim. Zaten bütün gün oyun oynamışım, bisiklet sürmüşüm, yolun kenarındaki kaldırım taşına oturup saatlerce sohbet etmişim arkadaşlarımla. Ohhhh tüm enerjim boşalmış, mutluyum yani... Şimdi oğlum dışarda saatlerce oynayınca, eve geldiğinde gerçekten bir garip kokuyor. Annemin bahsettiği "sokak köpeği kokusu" dediği koku tam da buydu, öğrendim ki gerçekten felaket kokuyormuşum..:) Ben de oğluma "öffff bu ne ya, aynı sokak köpeği gibi kokuyorsun, hemen banyoya.." diyorum ama içimdeki ben sevinçten göbek atıyor; oğlum kesin çok eğlenmiştir, çok mutlu olmuştur, tıpkı çocukluğumdaki ben gibi. Çünkü o felaket koku, çocukluğunu yaşadığının kanıtı olduğunu öğrendim ben.

İçimdeki ben deyince, içimde ne kadar farklı benler olduğunu öğrendim mesela. Bir kendimi dinleyeyim dediğimde hepsi bir ağızdan konuştu, hiçbirini anlamadım, baş ağrısı yaptılar bende önce. Sonra kapattım kapıları bir süre. Sonra merak ettim hallerini yeniden açtım kapıyı. Çünkü insan bir kere kendi içine bakmaya başlamışsa, geri dönüşü olmuyordu bu işin, öğrenmiş oldum. Ama bu sefer hepsini bir ağızdan konuşturmama kararı aldım. Önce ben konuşacağım dedim, diğer benlere. Herkes sırayla konuşacak, süre tutacağım ben, beşer dakika vereceğim hepinize, dedim. Kabul ettiler. Dinledim hepsini. Kötümser beni hemen öne aldım, "Çıkma karşıma bu kadar sık artık, istemiyorum seni duymak!" dedim. İstemeye istemeye boynunu bükerek, en köşeye çekildi. Aslında benim de içim buruldu, ne de olsa beraber çok vakit geçirmiştik. Öğrendim ki içimdeki benleri başıboş bırakmamak lazım. Bir düzene sokmak şartmış. Şimdi diğer benlerde sıra. Yeni bir oturum yapacağım yakında, yine süreler vereceğim, kendilerini anlatmaları için. İddialıyım en sonunda bulacağım bendeki en doğru düzeni. Çünkü öğrendim ki, insanları anlayabilmek için önce kendini tanıyabilmeli, anlayabilmeli insan. Ben de kendimi öğrenmeye başlamakla başladım işe... Eeee dedim ya, öğrenmeye geldik bu dünyaya, işimiz de bu gücümüz de bu...

Daha öğrenecek ne çok şey var,
Ömrüm yetmeyecek hepsine biliyorum
Dün geçti bir şekilde,
Yarın olmasa benim için, bana ne?
O halde ne kaldı elimde?
Elimdeki kalan ile yetinmeyi,
Öğreniyorum ben, bugünümü keyifle yaşayabilmeyi..

Aşağıdaki fotoğrafa uzun uzun bakmanızı tavsiye ederim. Hangisi olmak size daha iyi gelecek, an-ı yaşayan mı an-ı izleyen mi..:)

Yıldız Küçüksu
28.03.2016 / İstanbul

(Not: Hikayelerimin, yazılarımın ve minik şiirlerimin altına ismimi yazmıyordum, baktım ki yazdıklarımın alıntı olduğu anlaşılabiliyor, yanlış anlaşılmaları ortadan kaldırmak için her yazımın altına isim ve tarih yazmam gerektiğini öğrendim mesela..:) )




24 Mart 2016 Perşembe

DOST

Bir dosttur,
Elini tuttuğum!
Bir dosttur,
Elimi tutan!
Taaa yüreğinden, en derininden,
Göklere kadar çıktığım...

İki güzel çocuğun annesi olan ama doğumlarından bu yaşlarına kadar hep sorunlarla dolu zorlu bir süreçten geçen bir dost. Çocuklarının hastalıklarını saymamın bir manası yok bence. Diyoruz ya hepimiz zorlu bir imtihandan geçiyoruz, işte bu arkadaşımın imtihanı daha çok çocuklarıyla ilgili.

Annem hep " çocuk insanın belini büker!" der. Ne doğru bir söz! Ancak sadece gerçek bir annenin anlayabileceği bir söz! Arkadaşımın da beli bükülmüş gibi, o uzun boyu biraz kısalmış gibi geldi bana mesela. Ama gözlerinde hiç sönmeyen bir umut taşıyor hala. Çocukları onca hastalığa rağmen pırıl pırıl. O, bir mucize başlatmış, devam ettiriyor büyüterek ama belli ki çok yorulmuş.

Sohbet ediyoruz, ondan bundan, geçmişten, yaşadığımız hatıralardan, gelecekten, beklentilerden...

Sonra bir anda ikimiz de susuyoruz;

Sanki o söylememi bekleyen...
Sanki ben söylemek için sabırsızlanan...

- Ne kadar takdir ediyorum seni bir bilsen, diyorum birden... Zor imtihanlardan geçenlere seni anlatıyorum mesela. Bir anda ışık oluyorsun dinleyene. Öyle çok gurur duyuyorum ki seninle; kendime de örnek alıyorum seni sık sık. Kararlılığın, inancın, sabrın, şükrün ve elde ettiğin zaferin; bana ilham veriyor, biliyor musun?... İyi ki varsın, iyi ki böylesin, şükürler olsun ki benim arkadaşım, kardeşim, dostumsun, dedim...

Gözlerinin ta içine, yüreğine bakarak söylediğim bu sözler birden kendiliğinden akıvermişti, yoksa önceden planladığım bir şey değildi.

Usulca beni dinlemişti. Birden gözleri buğulandı. Ben sustum. Şimdi susma vakti miydi? Her zamanki ben değildim ki; içimdeki başka bir ben çıkmıştı ortaya sanki. Her zamanki beni yönlendiriyordu şimdi. Dilimden dökülen sözler bitmişti ama yüreğim coşmuştu bir kere, belli ki dostumunki de. Önce minik bir yaş yuvarlandı sağ gözümden. Nedense sağ gözüm sol gözüme göre daha bir suludur benim. Önce o başlatır her şeyi ama sol gözüm de dayanamaz sağıma, eşlik etmeye başlar hemen. Bir gök gürültüsü sonrası başlayan sağanak yağmura dönüşürler, beraber.

Ama bu sefer gözler dörttü, tabi yağmurun şiddeti daha güçlü. Sanki birbirini tetikliyor gibi, coştukça coşuyordu.

Bir süre sonra, şiddetli yağan yağmur sonrası birden açan güneşli havaya döndü yüzümüz. Gözlerdeki yaşlar, şiddetini azalttı, hafif damlalara bıraktı ama yüreğimizdeki gri bulutlar dağılmıştı çoktan. Güneş tüm ihtişamı ile kendini gösterdimi bir kere, hemen yüze yansır. Önce dudaklardan gelir ilk tepki; hemen minik bir tebessümle başlar sonra kocaman bir kahkahaya dönüşür.

- N'oldu bize yahu birden, şu halimize bak. Koca insanlar! Salya sümük olduk birden...

Bazen beklenmedik bir anda taaa en derinden gelerek dile düşen bir söz, karşımızdakini göğe de çıkarır yerin en dibine de gömer ya işte bir anda benim de yüreğimden geçerek dilimden dökülen sözler arkadaşımı göklere çıkarmış. O göğe çıkarken beni de elimden tutup göğe almış. Sonra yağmur olmuşuz yağmışız beraber yeni umutlarımızın üstüne.

Ama ne iyi gelir insana! Bir dostunla en derinden anlayabilmek birbirini. Derin bir ohhhhh çekersin, içinde teşekkür olan; bakarsın ki yüreğin temizlenmiş, ruhun açılmış. Sen dostuna ilaç olmuşsun, o sana merhem...

Dahan ötesi mi var?

Bence de yok...




21 Mart 2016 Pazartesi

BİR MOLA...

"Görmüyorsa iki gözün de
Kapat onları o halde,
Aç gönül gözünü,
Belki o zaman bulursun cevabını... "

Dik bir yokuşun ortasında, omuzlarımda bol keder, gözyaşı ve çözüm bekleyen sorunlarla dolu koca bir yükle nefes nefese iken, nereden geldiğini anlamadığım bu sesle irkildim.Etrafıma bakınıyorum sesin sahibini görebilmek ümidi ile ama gördüğüm, yüklerinin altında ezilmiş, yorulmuş, umutsuzca homurdanan insanlar sadece, benim gibi yükleri ağır, benim gibi yokuşu çıkmaya çalışan. Yokuşun sonunu göremiyorum henüz ama biliyorum ki, sabredip sağ salim çıktığımda yukarıda müthiş bir ferahlık beni bekliyor olacak. Hiç dinlenmeden çıkmalıyım bu yokuşu diyorum içimden çünkü başladığım bir işi yarım bırakmak beni rahatsız ederdi hep. Ama omzumdaki giderek daha da ağırlaşıyor. Çünkü bu seferki başka. Yükün en ağırı altında, yokuşun en dik ve uzun olanındayım.

Hala sesin kaynağını arıyor gözlerim, yoksa hani şu, kul sıkışınca gelen Hızır'ın sesi miydi duyduğum? Biraz dinlenmem gerektiğine ikna ediyorum kendimi en sonunda. Kapatıyorum iki gözümü de, şimdi açılıyor gönül gözüm.

Birden çok geniş bir düzlüğün içinde buluyorum kendimi. Etrafım çiçeklerle dolu. Omuzlarımdaki yük, üç-beş adım geride bir ağacın gölgesinde beni bekliyor. Şimdilik sırtımı dönüyorum ona. Elimde minik bir sepet, beğendiğim çiçeklerden toplamışım. Bu güzel bahçeye, rengarenk çiçeklere, yüzüme vuran güneşe, üstümden geçen ılık rüzgarın nefesine bırakıyorum kendimi. Etrafta kuş cıvıltıları sadece. Bir adım atıyorum korkarak; toprak yumuşacık, annemin pamuk elleri gibi. Doğa capcanlı! Çiçeklerin arasında kendinden çıkmış otları görüyorum. Kimini biliyorum, kimi hiç görmediğim otlar. Acaba bunlardan yemek olur mu? Tatları nasıl?... Aklımda sadece buna benzer basit sorular.

Bir uğur böceği görüyorum bir adım çaprazımda, kırmızı ile kahverengi arası renkte üzerinde siyah benekleri ile. Elime alıyorum. Parmaklarımın arasında hızla dolaşıyor. O, avuç içime yöneliyor; ben avucumu kendime döndürüyorum; o, elimin üstüne geçiyor; ben elimin üstünü kendime çeviriyorum. Gözlerimi bir an ayırsam kaybedecekmişim gibi geliyor. Birden aklıma çocukluğum geliyor ve ne çok uğur böceği elime alıp uçurduğum;

- Uççç uçççççç uğur böceğimmmm, annen sana terlik papuç alacakkkkk... diyorum biraz kısık bir sesle. İkinci kez biraz daha gür bir sesle söylerken, uğur böceği sanki beni duyuyor, önce duruyor sonra kanatlarını açıp kapatıyor. Tam ben üçüncü kez, en gür sesimle şarkımı söylüyorum ki, pırrrr deyip uçuveriyor ve bir anda kayboluyor. Ben gülümsüyorum.

Yumuşak toprakta, çiçeklerin arasında yürümeye devam ettikçe damarlarımdaki kan akışının hızlandığını, gücümün yerine geldiğini hissediyorum. Bir garip huzur, enteresan bir mutluluk ama kesin bir umut doluyor içime derken, bir anda bir kedi geliyor arkamdan. Tatlı tatlı miyavlayıp, elbisemin eteklerine sürtünüyor. Bir an göz göze geliyoruz, doğru yolda olduğumuzu ima eder gibi bakıyoruz birbirimize. Parmaklarımı başının üstünden sırtına doğru gezdiriyorum. Ne yumuşak tüyleri varmış, diye geçiriyorum içimden. Sonra o, sanki yetişmesi gereken bir şey varmış gibi adımlarını hızlandırıp çiçeklerin ve otların arasında gözden kayboluyor. Ben hiç olmadığım kadar sakinim.

Derin bir nefes alıyorum ve derin bir nefes veriyorum; yükümü tekrar omuzlarıma alma vaktidir, diyorum. Bakıyorum ki, hafiflemiş, tüy gibi olmuş.

Gözlerimi açıyorum, yokuş aynı yokuş, etrafımdaki insanlar aynı; sadece bir fark var, o da ben. Devam edeceğim yokuşa bakıyorum, aslında göründüğü kadar zor değilmiş diyorum. Yanımdan bir kadın geçiyor, omuzlarındaki yükten yüzü neredeyse yere değecek. Elimi omzuna uzatıyorum, zorla diklenip bana bakıyor. Gülümsüyorum ve

- Bunu da başaracağız, merak etme, diyorum. Gözlerinde bir ışık beliriyor ve o da bana gülümsüyor.

- Çok yoruldun, kapat gözlerini ve bir mola ver kendine, diyorum. Tamam der gibi başını sallıyor ve kapatıyor gözlerini.

Aklından neler geçiyor kim bilir ama yüzündeki gülümsemesinin büyüdüğünü fark ediyorum.




17 Mart 2016 Perşembe

UMUT

Yağ yağmur,
Temizle tüm kötülükleri!
Büyümesin ne korku ne nefret,
Sadece bize lazım umutları yeşert..

Geçmişin üzüntüleriyle yarınını endişeyle donatmış bir kalpten, bugün için bir şey beklemek anlamsız olur. Oysa dün geçti; ne yaşanmamış gibi davran ne de umudunu yitirip korkak gibi... Aldığımız dersleri unutmadan, yarına olan umudumuzu ne olursa olsun kaybetmeden bu günü layıkıyla yaşayabilmek; daha çok okumak, daha çok öğrenmek, daha çok üretmek, daha çok sevmek, daha çok gülümsemek...

Rahmetli dedem, "baktın kıyamet koptu, geliyor sana doğru, belli ki seni de içine alacak; sen yine de elindeki son tohumunu ek" dermiş. Ne umut dolu bir söylem!

Bakın şu fotoğraftaki kaldırımdaki çatlaktan yol bulup yeşermiş fidanlara. Belki birazdan ezilip kırılacaklar. Ama şu halleri ne umut verici, değil mi? Ben de tüm yaşananlara rağmen, inadına umutlu inadına cesurum bugün...


15 Mart 2016 Salı

ÖZGÜRLÜK MÜ?

Özgürlük mü?
Kuşlar mı özgür sence?
Rotaları belirlenmiş yolda uçmak,
Değil mi yaptıkları sadece?!?!?!
Evet kendimi aynen böyle hissediyorum. Bir kuş sürüsünün içinde hava koşulları değiştikçe sürü halinde yön değiştiren bir kuş. Kendini özgür zanneden, özgür bir ülkede yaşadığını zanneden ahmak bir kuş...
Güya demokratik bir ülkede, özgürce yaşayan bireyleriz. Geceleri tenhalarda dolaşma tecavüze ya da kapkaça uğrarsın! Gün içinde kalabalıklarda durma, bomba yüklü bir araç gelir üstüne ölüm yağdırır! Evlerimizin kapıları 3 kilitli artık. Yetmiyor binalarımızda sitelerimizde güvenlik görevlileri kol geziyor. Yetmiyor bahçelerimizin çevresi jiletli tellerle çevriliyor. Ama ne yapsak yine yetmiyor, yine yetmiyor; hırsızı hiçbir şey engellemiyor.
En çok sevdiğim bölge Ege, göçmenlerin cansız ve şişmiş bedenlerini taşır oldu sadece artık. Nasıl temizlenir bu ölümler, görüntüler bilmiyorum. O ca'nım tertemiz denizlerimizde yaz olunca hiçbir şey olmamış gibi denize girip eğlenebilecek miyiz yine?
Hani diyoruz ya, bu sene geçmeyen bir grip var. Gökyüzünden tepemize mikropları yağdırıyorlar, hepimizi hasta ediyorlar. Sonra da ilaçları piyasaya çıkarıp herkese yutturuyorlar... Bence bunun ötesinde bir şey var; farkında değil misiniz alzheimer hastalığına yakalanmış gibiyiz; en önce en yakın geçmişimizi unutuveriyoruz...
Bak şimdi neyden bahsediyorduk?!?! Unuttum gitti...