5 Aralık 2016 Pazartesi

Baldanadam..

Çok da uzak olmayan bir zamandı aslında. Ne kadar yıllar gelmiş geçmiş olsa bile dün yaşanmış gibiydi birçok şey. Mesela annesinin onu okuldan dönüşlerde karşılaması... Her zile bastığında bilirdi ki annesi onu evde bekliyordu, en sevdiği yemekleri yapmıştı ve zilin çalması ile kapının açılması arasında sadece birkaç saniye olurdu. Evi sıcacık yapan şey mis gibi anne yemeklerinin kokusu ve annesinin güler yüzle kapıyı açması idi. En hoşlanmadığı şey de anahtarla kapıyı açmak zorunda kalmasıydı. O zaman eve girmek gelmezdi içinden.

Okullar bitti, iş hayatı başladı ama bu alışkanlık hiç değişmedi. Ne olursa olsun dışardan geldiğinde güler bir yüz aradı ve buldu da. Ta ki evlenene kadar..

Evlendi. İki de çocuğu oldu. Hiç durmadan çalıştığı için ne kendisini ne de çocuklarını evde karşılayan gülen bir yüz olmadı. İşten dönünce çocuklarını okuldan toplayıp, kendi anahtarıyla gün boyu sessiz kalmış eve giriyordu artık. Ev ne mis gibi yemek kokusuyla sarılmış oluyordu ne de sıcak..

Aylardan Kasım idi. Yağmur yoktu ama havalar iyice soğumuştu. Bolu, Mudurnu' ya kadar giden hafta sonu kaçamağından dönerken yol boyu ara ara muntazam bir şekilde sıralanmış balkabaklarının önünden geçerken kayıtsız kalmak, durup da almamak mümkün olmadı. Üç farklı tezgahın önünde durup kocaman tekerlek gibi kabakların en güzelleri diye düşündüklerinden 5 tanesini alıverdiler. Malum balkabağı mevsimi idi ama bu kadar kabağı ne yapacaktı kendisi de bilmiyordu. Tüm kış boyunca yemek yapıp yeselerdi bile bitiremezlerdi. Ama öyle güzel sıralanmışlardı ki arabasında yer kalsaydı başka da almak isterdi, yani. Gözü diğer kabaklarda kalmadı değil...

Eve döndüklerinde çok fazla aldıklarını düşündü. Ne yapacaktı bu kadar kabağı? Birisini annesine götürdü, kalmıştı 4. Hemen kesip kabak tatlısı yapan annesinden, kabakların çok da iyi olmadığını, üstüne üstlük de içten çürümeye başladığını öğrenince biraz morali bozulmuştu.

Balkabaklarından neler yapabilirim diye internette gezinirken dekoratif fikirlerle başbaşa kaldı. İşte Baldanadam bu şekilde doğdu kafasında. Önce tüm kabakları beyaza boyamak istedi. Ama eşi karşı çıktı, "Boyarsan yenmez bir daha. Boyanın kimyasalı içine kadar nüfuz eder." diye...

Adam ne de olsa Gıda Mühendisiydi. "Diyorsa, var bir bildiği..." dedi ve vazgeçti tamamen boyamaktan ama bir gülen ağız çizmekten de zarar gelmez diye düşündü. Gözler, burun ve iki düğme kağıttan yapılmıştı. Atkı ve şapka eklendi hemen. Bir de kucak açan kollar lazımdı; doğa sağolsun, herşeyi bulmak mümkündü...

"İşte oldu!" dedi. Hemen kapının karşısındaki sonbahar yapraklarından yapmış olduğu tablosunun altına yerleştirdi Baldanadamı. Çocukları görünce çılgına döndüler. Hemen bir tırmık yapmalıyız dediler ve kalan dal parçalarından tırmığını da yapıp yanına iliştirdiler.

Artık evde onları güleryüzle uğurlayan ve güleryüzle kuçak açan bir Baldanadamları vardı. Tamam çok uzun bir süre mutlu yaşamayacaklardı masallardaki gibi ama en azından havalar ısınana kadar kocaman gülümsemesiyle yüzlere minik bir tebessüme neden olabilirdi. Ayrıca sırası geldikçe alttan başlayarak tekerlekleri kesip, pişirip yer ya da hediye edebilirlerdi de eşe dosta.

"Bi de, biz evde yokken bari girişteki dağılmış oyuncakları da toplayabilsen ne harika olurdu" demek istedi, eğilip kulağına. Ama baktı ki kulak yapmamıştı ki zavallı Baldanadama, nasıl duyacaktı da yapacaktı kendinden istenenleri?

Birara kulak yapmak istedi ama nedense vazgeçti. "Varsın oyuncaklar toplanmasın." dedi kendi kendine. "Sen sadece dur durduğun yerde, hep kocaman gülümse bize. Ne çok ihtiyacımız var buna bir bilsen!" dedi ama içinden..:)

Yıldız / İstanbul / 3.11.2016




Hiç yorum yok: