26 Şubat 2016 Cuma

“MACK. Sadece Işık ve Renk” Sakıp Sabancı Müzesi’nde

Geçen Pazar ailecek gittiğimiz Sakıp Sabancı Müzesi'nin yeni konuğu Alman Sanatçı Heinz Mack ve uzun ve üretken kariyeri boyunca doğadaki renk ve formların izini sürerek ortaya çıkardığı resim, heykel ve kinetik sanat eserlerinden oluşan 100'den fazla eseri...

Daha önce Emirgan, Atlı Köşk'teki bu müzeye ve sergilerine hiç gitmeyenler, çok şey kaçırdığınızı söylemek isterim. Müthiş bir köşk, küçük bir botanik park diyebileceğimiz enfes bir bahçe, nefes kesen bir boğaz manzarası ve ilgi çekici sergiler. Yeter ki çocuklarımıza sanata ilgisini artıralım diye, gelen çocuk ve yanındaki yetişkin ücretsiz, öğrenciye ücretsiz, 60 yaş üstüne ücretsiz...


Bu gördüğünüz eller, 1931 doğumlu yani şu anda 85 yaşında olan, 2.Dünya Savaşı sonrası Almanya'da doğan ve 20. yüzyılın en büyük uluslararası sanat ağı kabul edilen ZERO'nun kurucularından olan sanatçı  Heinz Mack 'a ait. O kadar müthiş eser üreten bu eller, bir o kadar da mütevazi duruyor.

Müzenin bahçesinde bizi ilk karşılayan eser "Dokuz Sütun Üzerindeki Gökyüzü", toplam 850.000 mozaik taşından ve 24 ayar altın varaktan yapılmış. Üzerinde altın kaplama olduğunu duyan 6,5 yaşındaki oğlum, sütunlardan en azından birini eve götürmek konusunda çok ısrarcı oldu..:)


Eserler toplam 3 katta sergileniyor. İlk katta bizi karşılayan aşağıdaki bu esere 1,5 yaşındaki oğlum müthiş ilgi gösterdi. Renkli çubuklara dokunabilmek için, çok çabaladı, çok bağırdı, ve en sonunda müzenin huzurunu daha fazla bozmamak adına sergiyi dönüşümlü olarak gezmeye karar verdik. Ama 0-3 yaş arası çocuklu aileler için özel programlar ve bir eğitmen eşliğinde sergiyi gezme olanağı da sunuyor müze ancak program gün ve saatlerini önceden kontrol etmek gerekiyor. 



Sanatçının el yapımı kağıtlar üzerine mürekkep ile yaptığı tablolar benim çok hoşuma gitti.



Bazı bölümlerde Land Art (Arazi Sanatı) çalışmalarından hareketle tasarlanmış ve kum yığınları kullanılmış. Bazı eserlerde de Sahra Çölü kumu kullanılmış. 



Sergide eserlerin yanı sıra birçok video da izletilmekte. Özellikle sanatçının Sahra Çölün'de giydiği parlak kıyafetleri içinde rastgele kumun üzerine attığı nesnelerin etrafında dakikalarca dolanarak, ışık, gölge ve rengi anlama çalışmaları çok ilgi çekiciydi bence.

Üç kat sergiyi gezdik, artık bir yorgunluk kahvesini hak ettik. Müzenin kafesinde yeşillikler arasındaki eşsiz boğaz manzarası eşliğinde biz kahvelerimizi yudumlarken, çocuklar da ikram edilen lokumların tadını çıkardı..:)


Sonuç olarak, en kısa zamanda gidip gezilmesi gereken bir sergi, kaçırmayın derim çünkü ilham alınabilecek çok şey var orada, hissedeceğiniz huzur da ekstrası...:)

23 Şubat 2016 Salı

EKOLOJİK AYAK İZİM...

Çevreye karşı kendimce hep hassasiyet göstermişimdir. Özellikle denize çöp atanlara çok sinirlenirim. 4 yıl boyunca okuduğum İstanbul Üniversitesine gidiş- gelişlerde Kadıköy - Eminönü arası vapurları kullandım ve özellikle Kadıköy rıhtımdaki denizin üzerinde birikmiş çöpler, hep içimi acıtmıştır. Hep hayalim, çöpünü denize bırakan birini, itip denize atmak "çöpünüzü rahatça alabilirsiniz şimdi" demekti. Buna hiç cesaretim olmadı ama çok kişiyi uyarmıştım. Bazıları özür dileyip çöpünü yerden alıp, hemen en yakındaki çöp kutusuna atmıştı ama bazıları da yüzsüzlüğünü daha da artırarak, bana ters ters bakıp "sana ne?" bile demişti. Şimdi bile aklıma geldikçe çok kızıyorum. Bir şey yapmıyoruz çevre için bari çöpünü dışarı bırakma, çok mu zor?

"Biz doğayı atalarımızdan miras değil, çocuklarımızdan ödünç aldık" atasözümüzü duymayan yoktur sanırım. Ne anlama geldiği de gayet açık ama anlamına uygun davranıyor muyuz, işte burası gerçekten kocaman bir soru işareti.

Birey olarak benim bu dünyadaki ekolojik ayak izim nedir, diye merak ettim ve internette bunu genel hatlarıyla hesaplayan sitelerden birinde ölçtürdüm. Sonuç mu? Utanarak yazıyorum, "2,12 gezegenimiz varmış gibi yaşıyorsun ancak yalnızca bir dünyamız var". Oysaki çöplerimi ayırıp geri dönüşüme atarım ve evdeki tüm ampüller tasarruflu... Ve karbon ayak izim ise 7,51 ton olarak hesaplanmış. Yeni bir şok daha!


Nedir bu "ekolojik ayak izi" derseniz, basit bir şekilde tanımlamak gerekirse; kişilerin, toplumların ve ürünlerin tükettiği kaynakları üretmek ve yarattığı atığı bertaraf etmek için gereken biyolojik olarak verimli toprak ve su alanıdır. Hesaplama sırasında dikkate alınan bir çok bileşen var, bunlardan bazılar;

- Karbon ayak izi
- Su ayak izi
- Otlak ayak izi
- Balıkçılık sahası ayak izi
- Tarım arazisi ayak izi
- Yapılanmış alan ayak izi
(Tüm bu bileşenlerle alakalı daha detaylı bilgi için buraya tıklayınız.)

Ekolojik ayak izimi küçültebilmek adına,
          * et ya da balık tüketimimi azaltsam;
          * bazen aldığım organik yiyecekleri her zaman alabilsem ve bu ürünlerin yaşadığım bölgede üretilmiş olanlarını tercih etsem;
          * hiç kullanmadığım toplu taşıma araçlarını haftada en azından 1-2 saat kadar kullansam, kendi arabam yerine;
          * evimdeki cihazları bekleme modunda bırakmasam;
          * kışın evimin sıcaklık değerini 22 derecenin üzerinde değil de 18 - 21 derece aralığında ayarlasam;
          * önümüzdeki 1 yıl içinde hiç bir şekilde mobilya, beyaz eşya, telefon gibi cihazlardan ve herhangi bir takı almasam;
          * kişisel bakım için harcamalarımı %50 oranında kıssam; 2,12'den 1,82 tane gezegenim varmış gibi yaşarmışım ve karbon ayak izim 7,51 tondan 6,52 tona düşermiş. Ehhh işte, daha iyi bir sonuç olurdu ve sanırım bunu başarabilirim. Siz de "ekolojik ayak izi"nizi ölçmek isterseniz ve bu izinizi küçültmek adına neler yapabilirim diye merak ediyorsanız buraya tıklayabilirsiniz.

Ekolojik ayak izimi neden küçültmeliyim derseniz, nedeni çok açık aslında, son yıllarda insan olarak bizim doğal kaynakları tüketme hızımız, dünyanın kendini yenileme hızının %50 üzerine geçmiş durumda. Bu demek oluyor ki, bu hızla tüketmeye devam edersek, bir gün gelecek tüketecek doğal kaynak kalmayacak. Ağaçları keserek, denizlerdeki balıkları çoğalmalarına engel olacak şekilde daha olgunlaşmadan yakalayarak, atmosfere tutabileceğinden daha fazla karbon yükleyerek, tatlı su kaynaklarımızı sorumsuzca kullanarak ve bertaraf edebileceğimizden daha fazla atık çıkararak limitimizi çoktan aştık aslında. Artık limitleri daha fazla zorlamadan, düşürmenin yollarına bakmalıyız.



Bu amaçla, hepimizin yakından takip ettiği gibi, 30 Kasım 2015'te Türkiye'nin de aralarında bulunduğu toplam 195 ülke Birleşmiş Milletler (BM) çatısı altında Paris'te buluştu ve 2 haftanın sonunda 12 Aralık 2015'te bir anlaşma yaptı ve küresel ortalama sıcaklık artış hızının 2 °C'nin altına hatta mümkünse 1,5 °C'ye düşürülmesine karar verdi. Peki bu ne anlama geliyor? Bu sıcaklığın 1 °C yükselmesi, dünya iklim kuşaklarında görünür değişimler, 3 °C düzeyine varacak artışlar ise, kutuplardaki buzulların erimesine, denizlerin yükselmesine, göllerde kurumalara ve tarımsal kuraklığa neden olabileceği anlamına geliyormuş. Peki bu sıcaklık artış hızını nasıl azaltacaklar? tabi ki Sera Gaz Emisyonlarının Azaltımı ile yani Karbon Ayak İzimizin küçültülmesi ile.

Bu anlaşma henüz hukuken bağlayıcı değil, bunun için Nisan 2016'da tam 1 yıl sürecek imza süreci var ve toplam sera gazı emisyonlarının %55'ini oluşturan en az 55 ülkenin onaylaması gerekiyormuş. Ama herkesin ortak düşüncesi artık bu noktadan sonra geri dönüşün olamayacağı yönünde. Artık herkes, atacağı adımlarda iklim etkisini ister istemez dikkate almak zorunda kalacak. Bu tür adımları atmayanlara yeni düzenlemelerle cezalar gelecek (karbon cezası gibi), dahası tüm dünyada böyle bir dönüşüm yaşanacağı için kirli teknolojilerle üretim yapan işletmelerin mallarını satacak pazar bulamamaları riski bile söz konusu olacak.Tabi tüm bu gelişmeleri 1-2 yıl içinde beklemek imkansız. Sonuçları muhtemelen yıllar sonra alınacak. Belki de hedeflenen düzeye geldiğimizi görmek bize nasip olmayacak ama gelecek nesiller için çok faydalı olacağı şüphesiz.

Aşağıdaki tabloda ülkelerin ekolojik ayak izlerinin durumunu görebilirsiniz. Ülkemiz de ne yazık ki ekolojik borçlu durumunda...


Fosil yakıtların yani petrol, kömür ve doğalgaz kullanımının artmasıyla, karbon 1961'de toplam Ayak İzimizin %36'sı iken 2010'da bu oran %53'e çıkmış.

Mevcut enerji üretim sistemlerinin çevresel etkileri ile alakalı Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığın yayınladığı aşağıdaki tablo herşeyi kısa ve net bir şekilde açıklıyor aslında;

İklim Değişikliği
Asit Yağmurları
Su Kirliliği
Toprak Kirliliği
Gürültü
Radyasyon
Petrol
X
X
X
X
X
-
Kömür
X
X
X
X
X
X
Doğalgaz
X
X
X
-
X
-
Nükleer
-
-
X
X
-
X
Hidrolik
X
-
X
X
-
-
Rüzgar
-
-
-
-
X
-
Güneş
-
-
-
-
-
-
Jeotermal
-
-
X
X
-
-

Tabloda da görüleceği gibi en temiz enerji Güneş Enerjisi ve ikinci sırada Rüzgar Enerjisi geliyor. Beni şaşırtan doğalgazın düşündüğüm kadar masum olmaması.

Yapılan araştırmalar şimdiden 15 yıl sonra en ucuz enerji kaynağının Yenilenebilir Enerji'lerden olan Güneş Enerjisi olacağını öngörüyormuş. Bu konuda Hindistan ve Fransa'nın başını çektiği 120 ülke tarafından kurulan "Uluslararası Güneş Enerjisi İttifakı" ile güneş enerjisinden 100 terravatlık bir elektrik üretme kapasitesine ulaşılması hedefleniyormuş.

Biliyor musunuz, yeryüzüne her sene düşen güneş ışının enerjisi, yeryüzünde şimdiye kadar belirlenmiş olan fosil yakıt haznelerinin yaklaşık 160 katı olduğunu ya da yeryüzünde fosil, nükleer ve hidroelektirk tesislerinin bir yılda üreteceğinden 15.000 kat kadar daha fazla olduğunu? Bu muazzam enerji kaynağını, kullanılabilir bir enerji türüne dönüştürmek adına ülkemiz şanslı ülkelerden. Mesela önceden Türkiye'nin tahıl ambarı olarak ifade ettiğimiz Konya, ülkemizin "Enerji Ambarı" haline dönüştürülebilir.


Ancak ne yazık ki ülkemiz bu potansiyelini tam kullanamıyor.


Ülkemizin karbon salımının 2/3'nü enerji kaynaklı imiş. Dolayısıyla yenilenebilir yeşil enerji kaynaklarının kullanımının artırılması ile hem karbon salınımı hem de enerjide dışa bağımlılığımız azalmış, üstelik yeni yatırım alanları ve fırsatlarını beraberinde getirmiş olacaktır.  

Yapılması gereken çok şey, gidilmesi gereken çok yol var. Bana ne? Ben mi kirlettim sanki, ben mi temizleyeyim? Ben mi kurtaracağım dünyayı? gibi klişe düşüncelerden uzak durup, bir damla bile olsa, katkı sağlayabilmeli insan olan insan. İşte birkaç öneri;

- Yenilenebilir yeşil enerji projelerine destek vermek, yeşil enerjiyi ile ilgili yeni politikaları siyasilerden talep etmek

- Standart ampulü, tasarruf ampulü ile değiştirmek, yılda 75 kg karbondioksit tasarrufu sağlıyormuş

- Daha az araba kullanmak. Daha sık yürüyüp, bisiklet kullanmak ve toplu taşıma araçlarından daha çok faydalanmak. Araba kullanılmayan her 2 kilometre için 0,75 kg karbondioksit tasarruf edilebilirmiş 
ve sağlanacak her 4 litre benzin tasarrufu 10 kg karbondioksiti atmosferden uzak tutabilir.

- Geri dönüşüme katkıda bulunmak. Evlerden çıkan çöplerin sadece yarısını geri dönüştürerek yılda 1200 kg karbondioksit tasarrufu sağlanabilirmiş.

- Daha az sıcak su kullanmak. Suyu ısıtmak için çok fazla enerji kullanmak gerekiyor. Daha az su tüketen bir duş başlığı ile 175 kg, giysileri soğuk su ya da ılık suda yıkayarak da 250 kg karbondioksit tasarrufu yapılabilir.

- Ambalajları fazla olan ürünlerden kaçınmak. Çöpü yüzde 10 oranında azaltarak yılda 600 kg karbondioksit tasarrufu yapılabilirmiş. Aklıma doğum günlerinde özellikle çocuklara alınan hediyelerde, yaptığımız müthiş bir paket ziyanı geldi. Alınan hediyenin zaten bir torbası oluyor ve o torbadan hiç çıkmıyor. Çocuk ya da annesi hediyeyi açacağı zaman torbasından çıkartıyor ve paketi yırtıyor ve çöpe atıyor. O paket, ne gereksiz değil mi aslında? Çıkan çöpü geri dönüşüme atarım, diye düşünüyorum böylece hammaddesini dönüşüme eklemiş olurum ama saniyelik bir görüntü için o paket için harcanan elektrik, su ve iş gücünü dönüştürme şansım hiç olmayacak.

- Isınma sistemleri; Isıtıcı ayarını kışın 2 derece aşağıda, yazın 2 derece yukarıda tutmak yılda 1000 kg karbondioksit tasarrufu sağlayabiliyormuş.

- Elektronik cihazları tamamen kapatmak. Evde ortalama 8 saat stand by konumunda bırakılan TV, DVD, müzik seti gibi elektronik cihazlar, yılda 450 kg karbon gazının atmosfere yayılması anlamına geliryormuş.

- Her yıl en azından bir ağaç dikmek ya da en azından mevcut ağaçların kesilmesine engel olmak. Bir ağaç ömrü boyunca 1 ton karbondioksit emmekteymiş.


- Arabamızı paylaşmak, işe giderken ya da seyahate kendi arabanızla çıkmadan önce, arabamızı ve masraflarımızı paylaşabileceğiniz birilerini bulabiliriz. 

Yukarıdaki her bir madde, para tasarrufu için değil. Kazancımız çok olur, tasarrufu aklımıza bile getirmek istemeyebiliriz. Ancak burada paradan çok daha kıymetli, parayla satın alamayacağımız bir konu için, dünyamızın geleceği için, çocuklarımızın emaneti için yola çıkmalıyız. Dünyamızın geleceği bizim elimizde, geleceğe ihanet etmeyelim...


13 Şubat 2016 Cumartesi

KUNG FU PANDA KEKİ

Kung Fu Panda 3, 18 Mart'ta sinemalarda olacağını duyunca çok mutlu oldum. Büyük oğlum Ege, 1. ve 2. bölümlerini defalarca izledi ve tabi biz de...:) Her seferinde izlediğimde yeni bir ince detay keşfetmiştim ve sonunda ben de oğlum gibi tam bir Kung Fu Panda fanı oldum. Ancak televizyondaki çizgi filmlerini beğenmedim ama sinema filmleri 10 numara. O nedenle de 3. filmi heyecanla bekliyorum.

3. filmin şerefine ben de evde Panda'lı bir tatlı yapayım dedim. İşte sonuç;

Mini Kek

Eğer sizin de hoşunuza gittiyse, tarifi şöyle;

Malzemeler
1 paket hazır minik top-kek (mini browni keklerden de olur)
1/2 paket krem şanti
Hindistan çevizi
Damla çikolata
ve pasta süsü (kakaolu ince - küçük olanlardan)

Krem şantiyi üzerindeki tarife göre hazırlayıp, dolapta bir süre soğutalım. Sonrasında hazır keklerimizin üzerine kalın bir tabaka sürelim.

Mini Kek

Bir tabağa döktüğümüz hindistan cevizleri ile kaplayıp, yüzeyini düzleştirelim.

Mini Kek

Damla çikolatalarla kulakları ile gözlerini, pasta süsleri ile burnunu ve ağzını yapalım. Pasta süsleri oldukça ince olduğundan, mutfak cımbızım imdadıma yetişti...:)


Ve işte son hali... Bu biraz şaşı oldu ama yine de çok sevimli ve güleç oldu bence...:)


Afiyet olsun...

SUKULENT...

Sukulent, kaktüs ailesinden bir bitkidir. Kelime anlamı özü ve suyu olan demekmiş. Kaktüslerden ayrılan en büyük farkı iğnelerinin olmamasıdır. Çeşitleri ile ilgili küçük bir araştırma yaptığımda gözlerime inanamamıştım.

Her türlü kaktüsü oldum olası sevmişimdir, kendine özgü karakteri olan, kara-kışa-dona ya da aşırı sıcağa karşı gösterdiği direnç ile aslında çok güçlü ama diğer taraftan özellikle yeni dallarına ufak bir dokunuş ile "pıt" diye kopuvermesi ile çok da narin... Sonra o kopan dalını ister suya, ister toprağa değdirdiğinizde, gösterdiği yeniden yaşama tutunma arzusu ile tam bir savaşçı...

Sukulentler ile tanışmam daha sonraya denk gelir, ama onlara duyduğum hayranlık dikenli kaktüslere duyduğum hayranlığı çoktan solladı bile. Üstelik dikenli kaktüsler gibi, sukulentlerin de radyasyon toplama özelliği var. Daha ne olsun?

Eğer siz de, evde ya da işte, sorun çıkarmayacak, çok su verdiğinizde çürümeyen ya da bir süre su vermediğinizde kurumayan, sürekli çoğalan, zaman zaman süprizler yapıp çiçeklerini açan bir bitki istiyorsanız, başkalarına bakmaya gerek yok. Hemen birkaç çeşit sukulent almalısınız.

Öyle çok para vermeye falan da gerek yok, yetiştirmesi inanılmaz kolay hem de çok keyifli. Minicik yapraklarından, toprağa değmesinden birkaç gün içinde yeni filizler çıkmasını izlemek inanılmaz gerçekten. Ve her yerde yetiştirilmesi mümkün. Burada önemli olan, yaprağı ayırırken gövdede parçası kalmamalı.



Çeşitli sukulentlerinizle müthiş tasarımlar yapabilirsiniz. İlham vermesi açısından birkaç örnek size;




Gördüğünüz gibi, fazla toprağa ihtiyaçları da yok. Kükürt taşı ve biraz da yosun olsa bile yetiyor onlara...









Bu her iki panoda ince bir sıra toprak üzerine yosun ve üzerine de kareli demir teli kullanılmış. Sukulentler ise teker teker karelerden içeri sokulup, firkete tokalarla tutturuluyor, tıpkı topuz yaparken saçlarımızı tutturmak gibi..:)



Giderek daha fazla gelin buketlerinin içinde yer almaya başladılar mesela. İşte size sukulentler ile harmanlanmış gelin buketleri...





Hepsi baş döndürücü, değil mi? Bu bitkiler gerçekten harika. Bana göre ideal bir kadın tipinin çiçeğe dönüşmüş hali; zarif, güçlü, narin, her yere uyumlu, gösterişli ama bir o kadar da sade, kısaca rüya gibi...:)

Benimkileri de görmek isterseniz, işte sizin için bir kaç kare...







Çok yakında farklı çeşitlerini de edineceğim.Çünkü bende giderek bir tutkuya ve aşka dönüşmeye başladı bile...

10 Şubat 2016 Çarşamba

YOĞURTLU IZGARA KABAK (12 ADET İÇİN)




Hecha marka döküm ocak üstü ızgara aldığımdan beri her şeyi bunun üzerinde pişirmeye başladım. Ve istisnasız tüm pişirdiklerim inanılmaz lezzetli oluyor. Artık tost yaparken bile onu kullanıyorum.

Bu sefer kabakları pişirdim, yoğurtla da birleştirince hafif ama çok lezzetli bir aperitif çıktı ortaya...
Henüz bir döküm ızgaranız yoksa aynı işlemi tost makinesinde de yapabilirsiniz. Aslına bakarsanız döküm ızgaralı tost makinesi alırsanız, ayrıca bir ocak-üstü döküm ızgaraya ihtiyacınız olmaz. Tost makinesinde yaparken dikkat etmeniz gereken şey kapağını kapatmamak.

Malzemeler
2 orta boy kabak
2 diş sarımsak, birini ikiye bölün, diğerini rendeleyin ya da ezin
3 yemek kaşığı süzme yoğurt
2 yemek kaşığı sızma zeytinyağı
tuz
kabakları bağlamak için 12 adet maydanoz dalı
süslemek için frenk maydanozunun yaprak kısımları

Döküm ızgaranızı ocağınızın üzerine koyup ısıtmaya başlayın. Kabakları yıkayıp, boyuna dilimleyin. İsterseniz kabakları soyabilirsiniz. Ben soymamayı tercih ettim. Önce boylamasına 2'ye bölün, sonra böldüğünüz kısımları da kalınlıkları eşit 3'er parçaya bölün. Böldüğünüz tüm parçalara biraz tuz serpin ve ortadan ikiye böldüğünüz sarımsağı sürün, ısınmış ızgaranızın üzerine yerleştirin ve her iki tarafını da iyice pişirin. (Izgaranın izleri çıkmalı)

Yoğurdunuza, ezilmiş sarımsağı, zeytinyağı ve tuzu ekleyin; iyice karıştırın.

Pişen kabaklarınızı kenara alıp, soğumaya bırakın. Soğuyunca her bir kabağın içine ince bir tabaka yoğurtlu karışımdan sürüp, rulo yapın ve maydanoz sapları ile bağlayıp, yaprakları ile süsleyin. Görüntüsüne herkes bayılacak, afiyetle...






8 Şubat 2016 Pazartesi

SEVGİLİLER GÜNÜ İÇİN ALTERNATİFLER...

Her haberleri izlediğimde, kalbim sıkışıyor artık. Tüm haberlerde ölümün her türlüsü, anneler ağlıyor, eşler ağlıyor, çocuklar ağlıyor...

Sevgiye ne çok ihtiyacımız var, özellikle de bu son zamanlarda. "Seni seviyorum" demek kalbimize iyi gelecek, eminim. Malumunuz, 14 Şubat yaklaşıyor. Öyle çok paralar harcayıp bir hediye almak ya da sevgililer günü için dekore edilmiş restoranlarda sıkış tıkış oturup, "Sevgililer Günü" kutlaması yapmak da bir alternatif elbette ama tek alternatif değil. Madem böyle bir gün uydurulmuş, biz de kendimize göre eğlenceli hale getirebiliriz. Bunu ister 14 Şubat'ta istersek kendimizin belirleyeceği başka gün ya da günlerde yapabiliriz. Sevdiğimize sevgimizi göstermek için özel bir şeyler yapmak için her fırsatı değerlendirmekte fayda var derim.

İşte bazı alternatifler...

Jenga oynamayı çok severim ben. Eğer sizin de evinizde Jenganız varsa, kenarlarına fotoğraflardaki gibi kalpler çizebilir, üzerini de "gerçek mi cesaret mi" oyunundan esinlenerek gerçekleştrilmesini istediğimiz eylemleri ya da cevaplanmasını istediğimiz soruları yazabiliriz. Alttan çekilip alınan her tahtada ne yazıyorsa, çeken kişi onu yapmak ya da cevap vermek zorunda kalsın ya da çeken kişi tahtayı başarılı bir şekilde üste yerleştirirse karşı taraf yapmak zorunda kalsın tahtanın üzerinde yazılanı..:) Oyun kafadan olduğu için, kurallar da kafadan işte, keyfimize göre..:)

İsteklere birkaç örnek;

1- Camı açıp beni sevdiğini avazın çıktığı kadar haykır!
2-  Hemen şimdi bir kahve istiyorum!
3- 5 kez öpmelisin beni!
4- Hiç olmadığı kadar sıkı sarılmasın bana!

Sorulara birkaç örnek;

1- Beni ne kadar seviyorsun? (Klasik soru..:) )
2- Benim en çok hangi özelliğimi seviyorsun?
3-En iyi olduğumu düşündüğün özelliğim nedir?

vs vs... Biraz düşünerek dün tahtaları buna benzer sorularla ve isteklerle donata biliriz.



Ya da sevdiceğimiz meyve yemeyi seven biri mi? O halde üzerine güzel notlar yazdığımız ve gönlümüze göre çizim yaptığımız meyveler hazırlayıp, çantasına gizlice atabiliriz.


Kapılarımıza süsler asabiliriz mesela, bu evde aşk var sevgi var mesajını verebiliriz. Bazen ilişkilerimizde bunu unutuyoruz, koşuşturmaca içinde kayboluyoruz. Sonra ne mi oluyor; tarafların birbirine ne sabrı ne de saygısı kalıyor. Sevdiğimizi, sevildiğimizi her fırsatta hatırlamalı ve hatırlatmalıyız...







Ya da evde şık bir masa hazırlayıp sürpriz de yapabiliriz. Mesela şu alttaki masaya bakın, böyle bir masa görünce insan, sevgi dolu hissetmez mi? 


Tüm bunlardan biri bile olmadıysa, o zaman çilek ya da böğürtlen marmelatı ile kalpli kurabiyeler de mi yapamayız! Kalbe giden en kestirme yol için mutfakta harikalar yaratabiliriz. Sonra da çay ya da kahve eşliğinde tatlı yer, tatlı tatlı konuşuruz, olmaz mı?


Hiç birini yapmak gelmiyor mu içimizden? O zaman o büyülü hareketi mi yapsak; SARILSAK birbirimize. Seni seviyorum demenin en güzel ve içten yollarından biri değil midir, sıkıca sarılmak? Varsa aradaki buzlar erir, kırgınlıklar kaybolur, yüze bir gülümseme, içe bir huzur gelir...


Daha ne olsun? Hep sevgi olsun, aşk olsun..:)





3 Şubat 2016 Çarşamba

ANNE OLMAK...

Annelik, bu aralar beni en çok zorlayan işim. 16 aylık olmasına rağmen geceleri hala defalarca uyanan 2. oğlum mu sadece buna sebep? Yoksa düzeni oturtturamayan ben mi? 6,5 yaşındaki büyük oğlum mu? Ya da eşim mi?

Evet sabahları erkenden kalkıp günü yakalamak çok güzel ama bazı günler bundan muaf olamaz mıyım? Hele ki Pazar sabahları, diğer sabahlara göre çok daha erken kalkılması gereken bir gün müydü yoksa?


Sabahları biraz uyuyabilmek, en azından 15 günde 1 gün olsa ama hafta sonuna denk gelse? Bizimki hafta içine denk gelir. Tabi işe ve okula geç kalınmıştır. Telaşla kalkıp hazırlanma ve hazırlama karmaşası içinde başa giren ağrı yanında bonusu olur.




Pazartesi sendromunu hiç yaşamadım diyebilirim 15 yıllık iş yaşamımda. Ama özellikle 2.oğlumdan sonra Pazartesileri benim en sevdiğim gün oldu...:)


Öğrenciyken verilen tatiller, en sevdiğim günlerdi. Kar tatili, yaz tatili, sömestr tatili, seçim ve sayım sonrası tatili, vs vs. Şimdi ise en nefret ettiğim günler. Okul yoksa, çocukları kime bıraksak derdi...





 Hadi oldu da çocuklar olmadan dışarı çıktım, ama ne aklımdan ne de dilimden düşüyorlar. Kaçış yok yani..



Eve gelmişim, yorgun argın, yapılması / yenilmesi gereken yemekler, bulaşıklar, sonra biraz hep beraber oyun derkennn hoppp yatma zamanı, "dişini fırçaladın mı? ilaçını içtin mi? çişini yaptın mı? pijamanı giydin mi? ödevlerin bitmiş miydi?.." Kafada dönen hep aynı sorular...



Sürekli bir koşuşturmaca, sürekli bir yoğunluk ama hiç birşeye yetişememe, hep birşeyleri eksik yaptığımın endişesi; tam bir kısır döngü...



Sonra hayatımızdan hiç çıkmayan hastalıklar... Her salgın bizim eve de uğramak zorunda mı? Biri hasta ise, bir iki gün içinde öteki de hasta oluyor. Gece bir birine bir diğerine koş. Onun ateşi çıktı, ilaç ver, üzerini aç, üstünü çıkar.. Sonra ateş düşmeye başlar, ter gelir; bu sefer de üstünü değiştir giydir.. Derken ötekinin ateşi çıkmıştır, onunla uğraş indirmeye çalış, inene kadar başında nöbet tut, tam indi dersin, derin bir nefes... Artık biraz uyuyabilirim dersin ama yatmadan diğerine bir bakayım önce: Aman Allah'ım onun yine ateşi çıkmış. Videoyu en başa aldık mı? En sonunda sabaha karşı ateşler tamamen düşer, geriye uyumak için en fazla 1-2 saat kalır..

Babalara çok, daha çok, giderek daha da çok iş düşüyor. Sayın baylar, artık bizim için kaşınız, gözünüz, işiniz, kişiliğiniz gibi özelliklerinizin yanında çocuğa bakıyor mu, gece kalkıp uykusunu bölüyor mu, bölüyorsa da bu yüzden surat asmıyor mu vs gibi özellikler de önemli biryer teşkil etmeye başladı bile.



Tüm bunları düşünüp, bana "hadi sana bir fırsat veriyoruz, geri dön ve başka tercihler yap" deseler, hiç tereddüt etmem yine 2 oğlumu da doğurmayı tercih ederdim. Annelik böyle garip birşey işte, şikayet edip dur ama yine de vazgeçme, ders alma, yine olsa yine yap... Yani annelik akıl karı değil de, bakmayın bir kere bulaşınca bağımlılık yapıyor. Bir kere sarıldıklarında bütün çekilenler pofff diye kayboluyor çünkü, saniyesinde insan şarj oluyor.

Sarılmak ne mucize bir hareket. İnşallah ömrümüz boyunca hepimize içtenlikle, kocaman sarılacak sevdiklerimiz yanımızdan hiç eksilmez...:)





Not: Yukarıdaki tüm çizimler www.blogcuanne.com'dan, tam da beni anlatmış...:)