29 Mart 2016 Salı

ÖĞRENİYORUM..

Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.

Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu
öğrendim.

Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını,
zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanin içinde
iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu
öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
Gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar
önemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek
olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
sürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da
“lezzet” kattığını öğrendim.

Her canlının ölümü tadacağını,
ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim. ( Mevlana)


Öğreniyorum, her an yeni birşeyler öğreniyorum ben de...

Öyle ya, bu dünyaya öğrenmek için gelmedik mi?

O halde hakkını vermek, daha çok öğrenmek ve sevdiklerimizle paylaşmak lazım çünkü paylaştıkça değeri artan tek şeyin bilgi olduğunu öğrendim mesela...

Benim öğrendiklerim size öyle aman aman büyük şeyler gelmeyebilir ama bana faydası bol, getirisi fazla..

Mesela, ruhen düştüğümde, Ömer Hayyam'dan dörtlükler ve Mevlana'dan şiirler okuduğumda hemen yüksele bildiğimi öğrendim...

Çayı - kahveyi şekersiz içmeyi öğrenmiştim çok evvel ama, bir dost ile yapılan gerçek bir sohbet ile içilen çayın, kahvenin baldan tatlı olduğunu öğrendim mesela.. Sonra baktım, gerekli gereksiz ne çok insan doldurmuşum hayatıma, eleyip, gereksizleri çıkarıp hayatımdan, bana huzur ve mutluluk verebilecek, karşılıklı şakalar yapıp ağız dolusu gülebileceğim ve her konuda konuşabileceğim insanları hayatımda bırakmayı öğreniyorum yeni yeni mesela..

Sabahları evden 15 dakika daha erken çıkıp oğlumla, 10 dakika temiz havada basket oynamanın, ardından yakındaki fırından küçük poğaçalardan alıp taze meyve suyu ile 5 dakikada yeyip, onu okula, kendimi de işe bıraktığımda günümün ne kadar daha güzel geçtiğini çok yeni öğrendim mesela..

Çiçeklerimle daha çok konuşmam gerektiğini, yanlarında sık sık kahkahalar atman gerektiğini, kötü olaylardan nasıl çocuklarımın yanında bahsetmemeyi öğrendiysem, çiçeklerimin de yanında konuşmamayı öğrendim mesela..

Annemle başbaşa vakit geçirmeyeli ne uzun zaman olmuş, hep çocuklarla hep kalabalık, harala gürele geçen ortak saatler... Tamam çok eğlenceli, bol kahkahalı ama anneyle başbaşa geçirilen bir - kaç saatin ne kadar kıymetli olduğunu, anneme daha sık, yalnız da gelmem gerektiğini öğrendim mesela... Karşılıklı koltuklarda uzanıp sohbet etmek, eski dantellerini çıkarıp, acaba nasıl değerlendirsek diye "beyin fırtınası" yapmak, eskilere dalmak, biraz hüzünlenmek, bolca gülmek; bu içinde sıkıştığımız kocaman hengamede ne kadar da iyi gelirmiş insana, öğrendim mesela...

Çocukluğumdan beri sokakları çok severim. Annem bıraksa 7-24 sokakta kalabilirdim çocukluğumda. Arada bir karnım çok acıktığımda ya da susadığımda, bir de söylemesi ayıp tuvaletim geldiğinde eve girsem yeterdi ama annem öyle akşamları çıkmama izin vermezdi. Hava kararmadan evde ol derdi. Her gün eve girişimde "öffff, bu ne ya? Yine sokak köpekleri gibi kokuyorsun, çabuk banyoya..." derdi. Oysa ki kendime hiç kötü kokmazdım, bıraksa öyle kıyafetlerimle uyuyabilirdim. Zaten bütün gün oyun oynamışım, bisiklet sürmüşüm, yolun kenarındaki kaldırım taşına oturup saatlerce sohbet etmişim arkadaşlarımla. Ohhhh tüm enerjim boşalmış, mutluyum yani... Şimdi oğlum dışarda saatlerce oynayınca, eve geldiğinde gerçekten bir garip kokuyor. Annemin bahsettiği "sokak köpeği kokusu" dediği koku tam da buydu, öğrendim ki gerçekten felaket kokuyormuşum..:) Ben de oğluma "öffff bu ne ya, aynı sokak köpeği gibi kokuyorsun, hemen banyoya.." diyorum ama içimdeki ben sevinçten göbek atıyor; oğlum kesin çok eğlenmiştir, çok mutlu olmuştur, tıpkı çocukluğumdaki ben gibi. Çünkü o felaket koku, çocukluğunu yaşadığının kanıtı olduğunu öğrendim ben.

İçimdeki ben deyince, içimde ne kadar farklı benler olduğunu öğrendim mesela. Bir kendimi dinleyeyim dediğimde hepsi bir ağızdan konuştu, hiçbirini anlamadım, baş ağrısı yaptılar bende önce. Sonra kapattım kapıları bir süre. Sonra merak ettim hallerini yeniden açtım kapıyı. Çünkü insan bir kere kendi içine bakmaya başlamışsa, geri dönüşü olmuyordu bu işin, öğrenmiş oldum. Ama bu sefer hepsini bir ağızdan konuşturmama kararı aldım. Önce ben konuşacağım dedim, diğer benlere. Herkes sırayla konuşacak, süre tutacağım ben, beşer dakika vereceğim hepinize, dedim. Kabul ettiler. Dinledim hepsini. Kötümser beni hemen öne aldım, "Çıkma karşıma bu kadar sık artık, istemiyorum seni duymak!" dedim. İstemeye istemeye boynunu bükerek, en köşeye çekildi. Aslında benim de içim buruldu, ne de olsa beraber çok vakit geçirmiştik. Öğrendim ki içimdeki benleri başıboş bırakmamak lazım. Bir düzene sokmak şartmış. Şimdi diğer benlerde sıra. Yeni bir oturum yapacağım yakında, yine süreler vereceğim, kendilerini anlatmaları için. İddialıyım en sonunda bulacağım bendeki en doğru düzeni. Çünkü öğrendim ki, insanları anlayabilmek için önce kendini tanıyabilmeli, anlayabilmeli insan. Ben de kendimi öğrenmeye başlamakla başladım işe... Eeee dedim ya, öğrenmeye geldik bu dünyaya, işimiz de bu gücümüz de bu...

Daha öğrenecek ne çok şey var,
Ömrüm yetmeyecek hepsine biliyorum
Dün geçti bir şekilde,
Yarın olmasa benim için, bana ne?
O halde ne kaldı elimde?
Elimdeki kalan ile yetinmeyi,
Öğreniyorum ben, bugünümü keyifle yaşayabilmeyi..

Aşağıdaki fotoğrafa uzun uzun bakmanızı tavsiye ederim. Hangisi olmak size daha iyi gelecek, an-ı yaşayan mı an-ı izleyen mi..:)

Yıldız Küçüksu
28.03.2016 / İstanbul

(Not: Hikayelerimin, yazılarımın ve minik şiirlerimin altına ismimi yazmıyordum, baktım ki yazdıklarımın alıntı olduğu anlaşılabiliyor, yanlış anlaşılmaları ortadan kaldırmak için her yazımın altına isim ve tarih yazmam gerektiğini öğrendim mesela..:) )




24 Mart 2016 Perşembe

DOST

Bir dosttur,
Elini tuttuğum!
Bir dosttur,
Elimi tutan!
Taaa yüreğinden, en derininden,
Göklere kadar çıktığım...

İki güzel çocuğun annesi olan ama doğumlarından bu yaşlarına kadar hep sorunlarla dolu zorlu bir süreçten geçen bir dost. Çocuklarının hastalıklarını saymamın bir manası yok bence. Diyoruz ya hepimiz zorlu bir imtihandan geçiyoruz, işte bu arkadaşımın imtihanı daha çok çocuklarıyla ilgili.

Annem hep " çocuk insanın belini büker!" der. Ne doğru bir söz! Ancak sadece gerçek bir annenin anlayabileceği bir söz! Arkadaşımın da beli bükülmüş gibi, o uzun boyu biraz kısalmış gibi geldi bana mesela. Ama gözlerinde hiç sönmeyen bir umut taşıyor hala. Çocukları onca hastalığa rağmen pırıl pırıl. O, bir mucize başlatmış, devam ettiriyor büyüterek ama belli ki çok yorulmuş.

Sohbet ediyoruz, ondan bundan, geçmişten, yaşadığımız hatıralardan, gelecekten, beklentilerden...

Sonra bir anda ikimiz de susuyoruz;

Sanki o söylememi bekleyen...
Sanki ben söylemek için sabırsızlanan...

- Ne kadar takdir ediyorum seni bir bilsen, diyorum birden... Zor imtihanlardan geçenlere seni anlatıyorum mesela. Bir anda ışık oluyorsun dinleyene. Öyle çok gurur duyuyorum ki seninle; kendime de örnek alıyorum seni sık sık. Kararlılığın, inancın, sabrın, şükrün ve elde ettiğin zaferin; bana ilham veriyor, biliyor musun?... İyi ki varsın, iyi ki böylesin, şükürler olsun ki benim arkadaşım, kardeşim, dostumsun, dedim...

Gözlerinin ta içine, yüreğine bakarak söylediğim bu sözler birden kendiliğinden akıvermişti, yoksa önceden planladığım bir şey değildi.

Usulca beni dinlemişti. Birden gözleri buğulandı. Ben sustum. Şimdi susma vakti miydi? Her zamanki ben değildim ki; içimdeki başka bir ben çıkmıştı ortaya sanki. Her zamanki beni yönlendiriyordu şimdi. Dilimden dökülen sözler bitmişti ama yüreğim coşmuştu bir kere, belli ki dostumunki de. Önce minik bir yaş yuvarlandı sağ gözümden. Nedense sağ gözüm sol gözüme göre daha bir suludur benim. Önce o başlatır her şeyi ama sol gözüm de dayanamaz sağıma, eşlik etmeye başlar hemen. Bir gök gürültüsü sonrası başlayan sağanak yağmura dönüşürler, beraber.

Ama bu sefer gözler dörttü, tabi yağmurun şiddeti daha güçlü. Sanki birbirini tetikliyor gibi, coştukça coşuyordu.

Bir süre sonra, şiddetli yağan yağmur sonrası birden açan güneşli havaya döndü yüzümüz. Gözlerdeki yaşlar, şiddetini azalttı, hafif damlalara bıraktı ama yüreğimizdeki gri bulutlar dağılmıştı çoktan. Güneş tüm ihtişamı ile kendini gösterdimi bir kere, hemen yüze yansır. Önce dudaklardan gelir ilk tepki; hemen minik bir tebessümle başlar sonra kocaman bir kahkahaya dönüşür.

- N'oldu bize yahu birden, şu halimize bak. Koca insanlar! Salya sümük olduk birden...

Bazen beklenmedik bir anda taaa en derinden gelerek dile düşen bir söz, karşımızdakini göğe de çıkarır yerin en dibine de gömer ya işte bir anda benim de yüreğimden geçerek dilimden dökülen sözler arkadaşımı göklere çıkarmış. O göğe çıkarken beni de elimden tutup göğe almış. Sonra yağmur olmuşuz yağmışız beraber yeni umutlarımızın üstüne.

Ama ne iyi gelir insana! Bir dostunla en derinden anlayabilmek birbirini. Derin bir ohhhhh çekersin, içinde teşekkür olan; bakarsın ki yüreğin temizlenmiş, ruhun açılmış. Sen dostuna ilaç olmuşsun, o sana merhem...

Dahan ötesi mi var?

Bence de yok...




21 Mart 2016 Pazartesi

BİR MOLA...

"Görmüyorsa iki gözün de
Kapat onları o halde,
Aç gönül gözünü,
Belki o zaman bulursun cevabını... "

Dik bir yokuşun ortasında, omuzlarımda bol keder, gözyaşı ve çözüm bekleyen sorunlarla dolu koca bir yükle nefes nefese iken, nereden geldiğini anlamadığım bu sesle irkildim.Etrafıma bakınıyorum sesin sahibini görebilmek ümidi ile ama gördüğüm, yüklerinin altında ezilmiş, yorulmuş, umutsuzca homurdanan insanlar sadece, benim gibi yükleri ağır, benim gibi yokuşu çıkmaya çalışan. Yokuşun sonunu göremiyorum henüz ama biliyorum ki, sabredip sağ salim çıktığımda yukarıda müthiş bir ferahlık beni bekliyor olacak. Hiç dinlenmeden çıkmalıyım bu yokuşu diyorum içimden çünkü başladığım bir işi yarım bırakmak beni rahatsız ederdi hep. Ama omzumdaki giderek daha da ağırlaşıyor. Çünkü bu seferki başka. Yükün en ağırı altında, yokuşun en dik ve uzun olanındayım.

Hala sesin kaynağını arıyor gözlerim, yoksa hani şu, kul sıkışınca gelen Hızır'ın sesi miydi duyduğum? Biraz dinlenmem gerektiğine ikna ediyorum kendimi en sonunda. Kapatıyorum iki gözümü de, şimdi açılıyor gönül gözüm.

Birden çok geniş bir düzlüğün içinde buluyorum kendimi. Etrafım çiçeklerle dolu. Omuzlarımdaki yük, üç-beş adım geride bir ağacın gölgesinde beni bekliyor. Şimdilik sırtımı dönüyorum ona. Elimde minik bir sepet, beğendiğim çiçeklerden toplamışım. Bu güzel bahçeye, rengarenk çiçeklere, yüzüme vuran güneşe, üstümden geçen ılık rüzgarın nefesine bırakıyorum kendimi. Etrafta kuş cıvıltıları sadece. Bir adım atıyorum korkarak; toprak yumuşacık, annemin pamuk elleri gibi. Doğa capcanlı! Çiçeklerin arasında kendinden çıkmış otları görüyorum. Kimini biliyorum, kimi hiç görmediğim otlar. Acaba bunlardan yemek olur mu? Tatları nasıl?... Aklımda sadece buna benzer basit sorular.

Bir uğur böceği görüyorum bir adım çaprazımda, kırmızı ile kahverengi arası renkte üzerinde siyah benekleri ile. Elime alıyorum. Parmaklarımın arasında hızla dolaşıyor. O, avuç içime yöneliyor; ben avucumu kendime döndürüyorum; o, elimin üstüne geçiyor; ben elimin üstünü kendime çeviriyorum. Gözlerimi bir an ayırsam kaybedecekmişim gibi geliyor. Birden aklıma çocukluğum geliyor ve ne çok uğur böceği elime alıp uçurduğum;

- Uççç uçççççç uğur böceğimmmm, annen sana terlik papuç alacakkkkk... diyorum biraz kısık bir sesle. İkinci kez biraz daha gür bir sesle söylerken, uğur böceği sanki beni duyuyor, önce duruyor sonra kanatlarını açıp kapatıyor. Tam ben üçüncü kez, en gür sesimle şarkımı söylüyorum ki, pırrrr deyip uçuveriyor ve bir anda kayboluyor. Ben gülümsüyorum.

Yumuşak toprakta, çiçeklerin arasında yürümeye devam ettikçe damarlarımdaki kan akışının hızlandığını, gücümün yerine geldiğini hissediyorum. Bir garip huzur, enteresan bir mutluluk ama kesin bir umut doluyor içime derken, bir anda bir kedi geliyor arkamdan. Tatlı tatlı miyavlayıp, elbisemin eteklerine sürtünüyor. Bir an göz göze geliyoruz, doğru yolda olduğumuzu ima eder gibi bakıyoruz birbirimize. Parmaklarımı başının üstünden sırtına doğru gezdiriyorum. Ne yumuşak tüyleri varmış, diye geçiriyorum içimden. Sonra o, sanki yetişmesi gereken bir şey varmış gibi adımlarını hızlandırıp çiçeklerin ve otların arasında gözden kayboluyor. Ben hiç olmadığım kadar sakinim.

Derin bir nefes alıyorum ve derin bir nefes veriyorum; yükümü tekrar omuzlarıma alma vaktidir, diyorum. Bakıyorum ki, hafiflemiş, tüy gibi olmuş.

Gözlerimi açıyorum, yokuş aynı yokuş, etrafımdaki insanlar aynı; sadece bir fark var, o da ben. Devam edeceğim yokuşa bakıyorum, aslında göründüğü kadar zor değilmiş diyorum. Yanımdan bir kadın geçiyor, omuzlarındaki yükten yüzü neredeyse yere değecek. Elimi omzuna uzatıyorum, zorla diklenip bana bakıyor. Gülümsüyorum ve

- Bunu da başaracağız, merak etme, diyorum. Gözlerinde bir ışık beliriyor ve o da bana gülümsüyor.

- Çok yoruldun, kapat gözlerini ve bir mola ver kendine, diyorum. Tamam der gibi başını sallıyor ve kapatıyor gözlerini.

Aklından neler geçiyor kim bilir ama yüzündeki gülümsemesinin büyüdüğünü fark ediyorum.




17 Mart 2016 Perşembe

UMUT

Yağ yağmur,
Temizle tüm kötülükleri!
Büyümesin ne korku ne nefret,
Sadece bize lazım umutları yeşert..

Geçmişin üzüntüleriyle yarınını endişeyle donatmış bir kalpten, bugün için bir şey beklemek anlamsız olur. Oysa dün geçti; ne yaşanmamış gibi davran ne de umudunu yitirip korkak gibi... Aldığımız dersleri unutmadan, yarına olan umudumuzu ne olursa olsun kaybetmeden bu günü layıkıyla yaşayabilmek; daha çok okumak, daha çok öğrenmek, daha çok üretmek, daha çok sevmek, daha çok gülümsemek...

Rahmetli dedem, "baktın kıyamet koptu, geliyor sana doğru, belli ki seni de içine alacak; sen yine de elindeki son tohumunu ek" dermiş. Ne umut dolu bir söylem!

Bakın şu fotoğraftaki kaldırımdaki çatlaktan yol bulup yeşermiş fidanlara. Belki birazdan ezilip kırılacaklar. Ama şu halleri ne umut verici, değil mi? Ben de tüm yaşananlara rağmen, inadına umutlu inadına cesurum bugün...


15 Mart 2016 Salı

ÖZGÜRLÜK MÜ?

Özgürlük mü?
Kuşlar mı özgür sence?
Rotaları belirlenmiş yolda uçmak,
Değil mi yaptıkları sadece?!?!?!
Evet kendimi aynen böyle hissediyorum. Bir kuş sürüsünün içinde hava koşulları değiştikçe sürü halinde yön değiştiren bir kuş. Kendini özgür zanneden, özgür bir ülkede yaşadığını zanneden ahmak bir kuş...
Güya demokratik bir ülkede, özgürce yaşayan bireyleriz. Geceleri tenhalarda dolaşma tecavüze ya da kapkaça uğrarsın! Gün içinde kalabalıklarda durma, bomba yüklü bir araç gelir üstüne ölüm yağdırır! Evlerimizin kapıları 3 kilitli artık. Yetmiyor binalarımızda sitelerimizde güvenlik görevlileri kol geziyor. Yetmiyor bahçelerimizin çevresi jiletli tellerle çevriliyor. Ama ne yapsak yine yetmiyor, yine yetmiyor; hırsızı hiçbir şey engellemiyor.
En çok sevdiğim bölge Ege, göçmenlerin cansız ve şişmiş bedenlerini taşır oldu sadece artık. Nasıl temizlenir bu ölümler, görüntüler bilmiyorum. O ca'nım tertemiz denizlerimizde yaz olunca hiçbir şey olmamış gibi denize girip eğlenebilecek miyiz yine?
Hani diyoruz ya, bu sene geçmeyen bir grip var. Gökyüzünden tepemize mikropları yağdırıyorlar, hepimizi hasta ediyorlar. Sonra da ilaçları piyasaya çıkarıp herkese yutturuyorlar... Bence bunun ötesinde bir şey var; farkında değil misiniz alzheimer hastalığına yakalanmış gibiyiz; en önce en yakın geçmişimizi unutuveriyoruz...
Bak şimdi neyden bahsediyorduk?!?! Unuttum gitti...


10 Mart 2016 Perşembe

ZAMAN

Benim de kayıplarım oldu bu hayatta. Hiç beklemediğim anlarda hiç beklemediğim zamanlarda. Kimini çok sevdim erken kaybettim. Kimini koklayamadan, daha ne olduğunu anlamadan kaybettim.

Acılarım, herkesin yaşadıklarından aslında; ne bir fazla ne bir eksik. Ama o anda ben yaşadığım için, herkesten çok yanan, herkesten çok kavrulan oldum. Bundan daha acısı olmaz ki dedim, ama zaman geçti, yeni acılar getirdi üstüne. Her gelen yeni acı, en acısı oldu bana.

Sonra herkes gibi, her olayda olduğu gibi, acıları bana getiren zaman, onlara alışmama da yardımcı oldu. Kimisini kabuk bağlattı, kimisini tamamen iyileştirdi. Canı istedi kabuklarımı yeniden kanattı, sonra yeniden kabuklaştırdı.

Başlarda isyan ederdim. Sonra fark ettim ki isyanım kendi içimde, boş kuyuya atılan madeni para gibi boş bir ses çıkarmaktan başka bir işi yaramıyor, kimsenin duyamadığı, duysa bile umursamadığı..

İsyanımın bir işe yaramadığını anladığımdan beri, teslim ettim kendimi zamana.

Tendeki ben,
Yaralarım mı neden?
Ben geçtim de bu bedenden,
Bana çare yalnız senden...

diyorum ve şükrediyorum artık. Ne mi oluyor o zaman;

İçimdeki yangın yerlerine, yağmurlar yağıyor...
Bir derin nefes alıyorum ve bir derin nefes veriyorum,
Hayatıma kaldığım yerden devam ediyorum, gülümseyerek...:)




9 Mart 2016 Çarşamba

BAHAR

Bahar geldi dünyama, hoş geldi, sefalar getirdi; her yeni açan tomurcukla umutlar getirdi. Hepsini buyur ettim içeri mutlulukla. Uzun uzun sohbet ettik karşılıklı. Kahvelerimizi yudumladık, tatlılarımızı yedik. Sonra kulağıma eğildi, sanki bir sır verecekmiş gibiydi;

Sanır mısınız hiç dert uğramaz bana,
Boğazım düğümlenmez,
Burnumun kökü sızlamaz,
İçim alev alev yanmaz...
Böyle mi görürsünüz beni gerçekten?

Ama ben baharım!
Dallarım taze yeşildir,
Gözlerim pembe, mor, sarı..
Bilmez misiniz,
Çetin kışların mükafatıyım ben...

dedi... İçim ısındı..
İşte yorgunluğum bundan, bahardan, getirdiklerinden...


4 Mart 2016 Cuma

ARAFTAYIM.

Yaşamla ölüm,
Ölümle yaşam arasındayım,
Araftayım...
Yorgunum uyuyamıyorum,
Karıştım doğrulamıyorum.
Ölümü çıkarmalıyım yaşamak için,
Dinlenmek için uyumalı...
Ya tekrar doğrulmaya,
Ne yapmalı bu karanlığa?
---

Annemi öldürürdüm düşlerimde. Ölse ne kadar üzülürdüm acaba, diye düşünürdüm. O kadar inandırırdım ki kendimi en sonunda gözyaşlarına boğulurdum, salya sümük ağlardım dakikalarca, başıma ağrılar girerdi. Sonra kızardım kendime ve bu saçma hayal gücüme.

Bu sahte ağlamalardan sonra bir gün gerçekten öldü annem...

18'imi dolduracaktım. İyi bir üniversite kazanmıştım. İlk yılımdı ve herşey yolunda gibiydi. Sömestr tatilimde annemi alıp zorla alışverişe süreklemiştim. Alışverişi pek sevmezdi. Sürekli kıyafet almamı çok anlamsız bulurdu. Aslında o, yaptığım birçok şeyi anlamsız bulurdu, gezmeyi, eğlenmeyi, arkadaşları. Onun için hayatın anlamı neydi, hiç öğrenemedim.

Elimizde paketlerle, günlerdir yağan karın neden olduğu buzlu kaldırımda güçlükle yürürken ve bizi eve götürebilecek bir taksi ararken, birden ayağı kayan annem yola düştü, o anda hızla geçen otobüsün önüne. Birşey anlamadan annemin dağılan sarı saçlarının kanla beraber buzlu yola yayıldığını gördüm. Boylu boyunca yatıyordu yerde ve poşetler hala elindeydi. Hiç kıpırdamıyordu, yüzü de gözükmüyordu.

İnsanlar bağrışıyordu. Mahşer gün gibi derdi annem böyle kalabalık görünce. Şimdi o mahşerde başrolde kendisiydi.Ambulans gelene kadar öylece yattı yerde. Ben ise başucunda diz çökmüş, ne onu yerden kaldırabilecek gücüm vardı, ne de ağlayacak. Öylece bekledim. Etraftaki sesler, sadece uğultu geliyordu bana, - Nefes almıyor mu? - Ölmüş mü? - Annesine gözlerinin önünde mi otobüs çarptı? gibi birçok anlamsız uğultu.

Ne kadar sürdü bu bilmiyorum. Kendime gelir gibi olduğumda, ambulansın içinde oturduğumu farkettim. Yanımdaki sedyede annem yatıyordu. İnliyordu. Bir ara gözlerini açıp bana öylece baktı. Beni görebiliyor muydu, bilmiyorum. Ama ben gözlerinin yeşilindeki daha da derinleşen acıyı görüyordum. Birşeyler demek ister gibiydi ama diyemedi. Çektiği acı mı buna izin vermedi, gözlerinin açık kalmasına izin vermediği gibi.

Ambulansın acı sesi, kulaklarımı deliyordu. O sesi bastırıp Tanrı'ya sesimi duyurabilmek için var gücümle bağırdım - Allah'ım onu benden alma - diye. Ama ambulansın sesi benden daha güçlüydü, kimseye duyuramadım sesimi.

Şimdiye kadar düşlerimde defalarca ölümüne şahit olduğum ve arkasından sahte gözyaşları döktüğüm annem şimdi gerçekten ölüyordu. Gözlerime bakıp, bişeyler söylemek istediğinde - Beni sen öldürdün. - mü diyecekti bana yoksa?

Hastaneye vardığımızda annemi yoğun bakıma aldılar. Ertesi gün doktor, yorgun bedeninin daha fazla dayanamadığını, yaptıkları ameliyatın başarısız olduğunu ve onu kaybettiğimizi, söyledi...

İnsan sevdiğini kaybedince nasıl olur, bilmezdim. Hem de o kişiyi çok sevdiğini anlayamadan, ona doya doya sarılamadan, bir kez olsun - Seni çok seviyorum. - diyemeden kaybedince, nasıl hissederdi ki insan? Bilmezdim önceden ama öğrendim ben.

Büyük ve kapkaranlık bir boşlukta sürekli düşüyorum şimdi, elimden tutan yok. Kalbimden ve beynimden ateşler çıkıyor ve ben sadece karanlıkta düşüyorum, düşüyorum... Ne kadar derine? Bilmiyorum.

Bir yerde okuduğum bir yazı aklıma geliyor - Hayatta yaptığımız herşeyi biz seçiyoruz ve sonuçlarına katlanmak zorunda kalıyoruz.- yazıyordu. O halde, gerçekten ben mi seçmiştim annemin ölümünü? Bilmiyorum.

Karanlığımın içinde tüm sorularımın cevapları kayıp çünkü...



Not: Bu resmi, internette rasgele buldum. Kim tarafından yapılmış bilmiyorum ama hikayemle çok örtüştüğünü düşündüğüm için kullanmak istedim. Olur da, bir gün görürse, şimdiden özür dilerim. Bu notumu da kendisinden izin isteğim olarak kabul ederse mutlu olurum.

 

3 Mart 2016 Perşembe

8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ YAKLAŞIRKEN...

Artık her geçen yıl kutlanması yaygınlaşan ve ne yazık ki yaygınlaştıkça anlamını yitiren ve sadece kadınlara hediye verme amacı güdülen bir gün haline geldi. Neden mi bunu söylüyorum, artık bir çok firma kadınlar gününde çalışan kadınlarına, gül, makaron, çikolata gibi hediyeler verip, kutlama yapıyor. Eeee sonra? Bu mudur yani? Hediyeleşmek çok güzel elbetteki ama böyle zoraki durumlar benim canımı oldum olası sıkmıştır. Kadına hediye vererek  8 Martın anlamına uygun mu davranmış oluyoruz? (Acaba bizim şirkette hediye vermiyorlar mı diye bu huysuzluğum ya da kıskançlığım, bilemiyorum...:) )

Nereden çıktı bu kadınlar günü kutlaması? Aslında çok derin bir mücadelenin başlangıcıdır. 8 Mart 1857 yılında ABD, New York'ta 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları için greve başlar ancak polisin sert müdahalesi ile karşılaşırlar. Bir süre sonra polis birçok işçiyi fabrikaya kilitler ve tam da o sırada bir yangın başlar ancak polis barikatlarını aşmayı başaramayan 129 kadar kadın işçi can verir.

Bu mücadelenin anısına, 1910 yılında Danimarka'da düzenlenen 2.Enternasyonel'de Alman Sosyal Demokrat Partinin önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart'ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmasını önerir ve bu öneri oy birliği ile kabul edilir. Bir süre sonra "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak anılmaya başlanır.

1960'lı yıllara kadar sosyalistlerin kutladığı bir gün olan 8 Mart, ABD'de de anılmaya başlayınca daha güçlü bir şekilde gündeme geldi. Ve 1977'de BM Genel Kurul'u 8 Mart'ın "Dünya Kadınlar Günü" olarak anılmasını kabul etti.

Ülkemizde de kesintiler olsa da 1921 yılından beri kutlanmaktadır. Ancak günümüzde bir çok "erkek" tarafından maçta yenilen erkek taraftarın günü olarak sosyal medya üzerinden kutlama (!) mesajları gönderilerek kutlanmaktadır, ne yazık ki. 8 Mart'ın çıkış noktasına bakın bir de geldiği noktaya.

Kadın bedeni üzerinden yürütülen her türlü anlamsız muhabbetlerin son bulması dileğiyle, sözü internette bulduğum bazı karikatürlere bırakıyorum.















2 Mart 2016 Çarşamba

Coldplay - Hymn For The Weekend (ft. Beyonce)


Müzik güzel, ses güzel, video klibi de güzel, daha ne olsun..:)




Hymn For The Weekend (Hafta Sonu İçin İlahi)
Coldplay
[Beyoncé:]
Drink from me, drink from me        (İçkiler benden, içkiler benden)
Then we'll shoot across the sky     (Ardından gökyüzüne doğru uçacağız)
Symphony                                      (Ahenk ile)
Then we'll shoot across the sky     (Ardından gökyüzüne doğru uçacağız)
We're on a...                                  (Biz üzerindeyiz...)
Drink from me, drink from me        (İçkiler benden, içkiler benden)
Then we'll shoot across the sky     (Ardından gökyüzüne doğru uçacağız)
Symphony                                      (Ahenk ile)
(So high, so high)                           (Çok yüksek, çok yüksek)
Then we'll shoot across the sky      (Ardından gökyüzüne doğru uçacağız)

[Coldplay:]
Oh, Angel sent from up above               (Melekler yukarıdan gönderdi)
You know you make my world light up   (Bilirsin, benim dünyamı aydınlatıyorsun)
When I was down, when I was hurt        (Düştüğümde, yaralandığımda)
You came to lift me up                           (Beni ayağa kaldırırsın)
Life is a drink, and love's a drug            (Hayat bir içki, aşk bir uyuşturucu)
Oh now I think I must be miles up         (Şimdi düşünüyorum da millerce yukarı çıkmalıyım)
When I was a river, dried up                  (Ben kurumuş bir nehirken)
You came to rain a flood                        (Yağmur seli olup geldin)

[Coldplay & Beyoncé:]
And said drink from me, drink from me   (Ve içkiler benden dedim, içkiler benden)
When I was so thirsty                              (Çok susadığımda)
Pour on a symphony                               (Ahenk içinde ak)
Now I just can't get enough                     (Şimdi yetinemiyorum)
Put your wings on me, wings on me        (Kanatlarını üstüme koy, üstüme)
When I was so heavy                              (Çok ağırlaştığımda)
Soaring in symphony                               (Ahenkle süzülerek)
When I'm low, low, low, low                     (Düştüğümde, düştüğümde....)

[Coldplay:]
I oh, I oh
Got me feeling drunk and high                (Beni sarhoş ve yükselirken yakaladın)
So high, so high                                      (Çok yüksek, çok yüksek)
I oh, I oh, I oh
Now I'm feeling drunk and high               (Şimdi sarhoş ve yükselmiş hissediyorum)
So high, so high                                      (Çok yüksek, çok yüksek)
Woo!

[Coldplay & Beyoncé:]
Oh, Angel sent from up above                (Melekler yukarıdan gönderdi)
I feel it coursing through my blood          (Kanımda dolaştığını hissediyorum)
Life is a drink, your love's about              (Hayat bir içki ve senin aşkın)
To make the stars come out                   (Yıldızları ortayı çıkarmak gibi)

[Coldplay & Beyoncé:]
Put your wings on me, wings on me       (Kanatlarını üstüme koy, üstüme)
When I was so heavy                              (Çok ağırlaştığımda)
Soaring in symphony                              (Ahenkle süzülerek)
When I'm low, low, low, low                    (Düştüğümde, düştüğümde....)

[Coldplay:]
Got me feeling drunk and high               (Beni sarhoş ve yükselirken yakaladın)
So high, so high                                     (Çok yüksek, çok yüksek)
I'm feeling drunk and high                      (Şimdi sarhoş ve yükselmiş hissediyorum)
So high, so high                                     (Çok yüksek, çok yüksek)

[Beyoncé & Coldplay:]
So high, so high
I'm feeling drunk and high
So high, so high

[Beyoncé:]
Then we'll shoot across the sky
Then we'll shoot across the...
Then we'll shoot across the sky
Then we'll shoot across the...
Then we'll shoot across the sky
Then we'll shoot across the...
Then we'll shoot across the sky
Then we'll shoot across the...