28 Nisan 2016 Perşembe

HAVİGO ile KUŞİGO

Havigo ile Kuşigo...Bunlar rahmetli babanemin, rahmetli ablamla bana taktığı isimlerdi. Ben Kuşigo idim, ablam ise Havigo. Ne anlama geldiğini hiç bilmiyorum. Koşulsuz kabul etmiştik takma isimlerimizi çünkü bu aynı zamanda müthiş bir oyunun başlangıcıydı bizim için.

Hani hafızada bazı anılar vardır ki, o ana ait görüntüler çok yeni yaşanmış gibi taptaze kalır. İşte bu ender anılarımdan biridir babanemin bizi yedirmesi oyunu. Belki ben 4-5 yaşlarındaydım, bu durumda ablam da 6-7 yaşlarında olmalı. Köydeyiz, babanem, misafirleri kabul ettiğimiz odadaki divanda oturuyor.  Divanın üstünde mavi kumaştan, etekleri anneciğimin güzel elleri tarafından işlenmiş bir örtü var. Yine üzerinde aynı kumaş ve işlemelerle geniş sırt yastıkları. Babanemin başında beyaz yemenisi, bir ayağını poposunun altına almış, diğer ayağı divandan sarkıyor. Sarkan ayağı yere değmiyor. Arada bir sallıyor ayağını ve o güzelim örtünün etekleri uçuşu veriyor..

Babanem, elindeki koca sahandaki yemek ile bir Havigo diyor bir Kuşigo diyor. O anda bize ne yediriyor hatırlamıyorum, zaten burada önemli olan ne yemek olduğu ya da bizim aç olduğumuz falan değil.

Divanin karşısındaki duvarda bir masa, öyle şimdi her evin salonunda olduğu gibi kocaman değil, iki tahtadan sandalyenin yan yana zor sığanlarından...

Zaten, köyde yemekler bu odada yerde, yer sofrasında yenirdi. Eğer çok misafir gelmiş ise ve yer sofrasına sığılmıyorsa masa da kurulurdu. Yani yardımcı, yedek bir eşya sadece..

İşte o masanın altına girerdik ablamla, emekleme pozisyonunda beklerdik. Babanem Havigo derdi, ablam hızlıca emekleyerek gider babanemin uzattığı kaşıktaki yemekleri ağzına atar, hemen geri dönerdi. Babanem - Kuşigo, derdi. Ben hemen gider, yine aynı kaşıktan yemeğimi kapardım. Çocukken yeme problemimiz var mıydı, hiç bilmiyorum ama bu basit oyuna zevkle iştirak ederdik. Her bir kaşık için masa ile divan arasında emekleyerek gidip gelmekten hiç usanmazdık.

Büyüklerimizin bizimle oynadığı tek oyun buydu, hatırladığım. Eminim ki, başka oyunlar oynamış olsaydık hatırlardım. İsterdim ki, bizimle daha çok oyun oynasalardı da daha çok buna benzer hatıralarım olsaydı...

Madem bir çocuk olarak, anne - baba ya da diğer aile büyükleriyle oynanan oyunlar bu kadar önemli benim için, eminim ki çocuğum için de önemli olacaktır. O halde düşünmeliyim ve bir oyun kurgulamalıyım ben de. Şöyle basit, eğlenceli ve ama bize özel olmalı. Oyunda hepimizin bir takma ismi olsun mesela, anlamı olmasa da olur. Arada bir çocuklarımla oynamalıyım ki, akıllarında yer etsin, büyüyünce kendi çocuklarına da anlatabilsin ve beni sevgiyle ansınlar istiyorum. Tabi bizimkiler erkek, onları Havigo ve Kuşigo tarzı yumuşak bir oyunla cezbedemem. Biraz daha fazla hareket gereken bir oyun lazım bana!


26 Nisan 2016 Salı

TERCİH MESELESİ

Hayatı yaşayan mı?
Yaşayan hayatı seyreden mi?
Hangisiyim ben?
Benim tercihim,
Hayatın kendisinden yana;
Gün olur doya doya yaşar,
Hem de düşe kalka;
Gün olur hayretle seyreder,
Hem de güle ağlaya..
Önemli olan doğru yerde doğru zamanda
Hem yaşayabilmek keşkeler olmadan
Hem de seyredebilmek,
Tanık olabilmek için mucizelere...
Hayat sadece
Mezar taşındaki iki yıl arasındaki
Kısa çizgi ise eğer,
Ben hem yaşarım hem de seyrederim...



25 Nisan 2016 Pazartesi

NİSAN YAĞMURU

Benim öfkem,
Nisan yağmurlarına benzer!
Birden şimşekler çakar;
Dolular, yağmurlar boşalır...
Dersin, tam güneş açacak
Yine kapanır; geri gelir gri bulutlar...
Sen pes edip yağmuru izlerken,
Birden bulutlar dağılır; güneş açar;
Hatta azıcık da şanslı günündeysen,
Gökkuşağı bile çıkar...

Dilerim ki, dört gözle beklediğim ve dün akşamdan beri yağan Nisan yağmurları hepimize bol bereket, neşe ve umut getirsin...:)



22 Nisan 2016 Cuma

HAYDİ ÇOCUK OLALIM!

Yarın 23 Nisan!
Çocuklarla çocuk olmak için ne güzel bir şans!
Çocukları alıp makamlarımıza oturtmayalım bu yıl, onların bizi anlamalarına gerek yok çünkü; yeter ki biz onları anlayalım!
O nedenle bizler makamımızdan inip onların makamına geçelim yarın;
Geçelim ki, çocukken icat ettiğimiz, ancak büyüdüğümüzde unuttuğumuz gülmeyi hatırlayalım;
Geçelim ki, büyüdüğümüzde herşey'de hiçbirşeyi bulamazken, çocukken hiçbirşey'de herşeyi bulabildiğimiz hatırlayalım;
Geçelim ki, ne kocaman oyuncaklar, ne pahalı kıyafetler, çocukken en önemli şeyin beraber geçirilen oyunlu saatler olduğunu hatırlayalım;
Geçelim ki, çocukken en çok, sevildiğimiz zamanları hatırladığımızı hatırlayalım;
Geçelim ki, nasıl içten, nasıl cesur, nasıl gösterişsiz olabileceğimizi hatırlayalım;
Geçelim ki, dur, hoplama, atlama denilirken bize "Yaşamayalım bari!" dediğimiz günleri hatırlayalım...
Çocuklarla çocuklar gibi bayramımızı kutlayalım.
Ne şanslıyız ki böyle bir bayramımız var diyelim hem bayramımıza hem de çocuklarımıza sahip çıkalım ve 23 Nisan'ın hakkını verelim.
Kendimize de bir şans verip, 23 Nisan'da biz de çocuklarla çocuk olalım!
Haydi hazırlanın yarın büyük gün...:)
Bayramımız kutlu, çocuklarımız mutlu, yüreklerimiz umutlu olsun!

Yıldız Küçüksu
22.04.2016 / İstanbul


21 Nisan 2016 Perşembe

NEFES

İşte benim görünmeyen kanatlarım;
İstediğimde de uçabilirim,
Derin bir nefes alıp
Hayata yeniden başlayabilirim...
İnanmam hayatın kırktan sonra başladığına,
Yok bir önemi hangi yaşta olduğumun,
Ne birşeyler için geç
Ne de birşeyler için erken kaldığıma...
Bilirim işte şu anda,
En doğru vaktin olduğunu;
Bilirim her nefeste,
Hayatın yeniden başladığını...

Yıldız KÜÇÜKSU
21.04.2016 / İstanbul


20 Nisan 2016 Çarşamba

GERÇEK

Bulamıyorsan aradığını, değiştiremiyorsan hoşlanmadığını,
O halde değiştir sen de bakış açını,
Belki de şimdiye kadar gördüğünün,
Göreceksin gerçekle bir ilgisi olmadığını...

Bu satırları yazmama sebep olan İngiliz sanatçı Tim Noble ile Sue Webster tarafından kurgulanıp çeşitli atık malzemelerden yapılmış aslında anlamsız gibi duran yığınların çok da anlamlı gözüken gölgeleri...









18 Nisan 2016 Pazartesi

HAYALİM

Hayalim,
Bir dikili ağacım olsun!
Dalları kocaman,
Kökleri kocaman...
Zaman geçsin yeni dallar eklensin,
Eklenen yeni dallarla kocaman bir bütün olsun!
Bir dalında iki salıncak yan yana,
İki oğlum sallansın,
İki dost sallasın,
İki sevgili sallansın...
Her sallanan ikili hep kardeş, hep dost, hep sevgili kalsın!
Yıllar geçsin,
Ben kırmızı şapkam ve kırmızı ayakkabılarımla
Eşim de hiç vazgeçemediği yuvarlak gözlükleri ile
Yine sallansın!
Ve bir ömür geçmiş olsun mutlu...
Bir dikili ağacım olsun!
Dalları kocaman,
Kökleri kocaman...
O bize benzesin, biz ona!

Yıldız KÜÇÜKSU
18/04/2016 - İstanbul


15 Nisan 2016 Cuma

NİSAN

Belki bu gün,
Olmayabilir planladığın gün!
Olsun! Sen yine de iyice bak,
Bir güzellik vardır mutlaka, yaklaş!

Nisan yağmurları, saça da iyi gelir ruha da... Bu aralar pek bi güneşli havalar ama yağmur yağarsa sakın kaçırmayalım bu fırsatı yoksa yakalamak için 11 ay daha beklemek zorunda kalırız!



14 Nisan 2016 Perşembe

Mutluluk için Bahaneler!

Düşünüyorum da ne çok bahane üretebilme kapasitesine sahibiz biz böyle! Başka hiçbir şeyde bu kadar marifetli değiliz sanırım. Her şeye bir bahanemiz var maalesef. Mesela kendimize vakit ayıramıyoruz, işler çok yoğun hiç vaktim kalmıyor bahanesi arkasına saklanarak; çocuklarımızla yeterince ilgilenmiyoruz yorgunluk bahanesi ile; tatlı yemekten alamıyoruz kendimizi kan şekerim düşüyor bahanesi ile; bir boğaz havası al bari, İstanbul'da yaşadığını anla desek trafik bahanemiz var....

Bu liste uzar da uzar. Bahane bol çünkü. Aslında bahane üreterek zoru seçiyoruz. Ürettiğimiz bahaneler en çok bizi yoruyor en çok bizi mutsuz ediyor. Oysa çözümler öyle basit öyle göz önünde ki! Bir ölüme çare yok, onun dışındakilerin hepsinde bir çıkış yolu vardır mutlaka, kolay ya da zor. Önce buna inanmakla başlamalı güne.

Mesela kendime ayıracak hiç vaktim yok mu diyoruz? Her sabah uyandığımızda kollarımızı yukarı kaldırıp, güzelce bir gerinerek ve kendimize kocaman bir günaydın diyerek başlasak! Sonra camınızı açıp, taze sabah havasını içimize çeksek! Biraz da cam önünde gerinme hareketleri yapsak, kaç dakikamızı alır ki? Bozar mı o günkü yoğun programımızı, alt-üst mü olur tüm işlerimiz?

Mesela eve geldiğinizde çocuklarla ilgilenecek halimiz yoksa, doktorculuk da mı oynayamayız? Biz hasta olsak, o doktor. Bizi muayene etse, ameliyat etse, ne bileyim yalancıktan çay yapsa bize içirse; sonra ona teşekkür etsek, öpsek sarılsak yorgunluğumuza yorgunluk mu eklenir?

Mesela tatlı yemeden duramıyorsak, yemezsem mutsuz oluyorum ben, bahanemiz mi var? Bi bırakalım gerçekten, tatlı krizimiz mi geldi, bir kuru meyve atalım ağzımıza, ne bileyim hemen gidip dişlerimizi fırçalayalım ya da kalkıp biraz yürüyelim. Kriz miriz kalmıyor, geçiyor vallaha da billaha..

Mesela trafikten bir Boğaz'a bile gidemez olduk, bahanemiz mi var? Pazar sabah erkenden kalksak, mesela 7 gibi. Kimsecikler yokken sokaklarda, rahatça istediğimiz yere gitsek, yürüsek, bir simit alıp yesek, denizin kokusunu içimize çeksek, kuşların şarkılarını dinlesek, sabah güneşi yüzümüze vursa... Çok mu zor olur?

Bizi mutsuz eden bahanelerin arkasından çıkalım ve bu saklambaç oyununa bir son verelim artık çünkü orada kaldıkça bizi kimse bulamayacak.

Hadi hayatımızı kolaylaştıralım ve kendimize mutlu olmak için bir bahane bulalım!


13 Nisan 2016 Çarşamba

Bir Garip Dünya!

Düşmem dersin düşersin,
Kalkamam dersin ayaktasın..
Gözün gibi bakar büyütürsün,
Gün gelir olur yabancın..
Bugün dostum dersin,
Olur yarın düşmanın,
Dün düşmanım dediğin,
Bugün olur dostun...
Öldüm dersin yaşarsın;
Yaşıyorum dersin farksız gibi bir ölüden..
Her şeyin değerini bilirsin ama bilmezsin kıymetini!
Hep bahsedersin iyilikten, cesaretten,
Ölür tazecikler, belki sızlar yüreğin
Dilin söyler ama kıpırdamaz kolun, alışırsın;
Bir garip dünya dersin, geçer gidersin..

Bir garip dünya deyip, geçip gitmekle; günüme şükretmek, anı yaşamak arasında garip ve incecik ama çok keskin bir çizgi var. Bazen anı yaşıyorum derken, çevrede olanlara gözümü kapatabiliyor ya da görüp sırtımı çevirebiliyor hatta daha da vahimi alışabiliyorum. Ucu bana, sevdiklerime değmediği sürece sorun yok diye düşündüğümden midir, iki vah vah ve böyle gelmiş böyle gider diyorum ve yoluma devam ediyorum? Ama unuttuğum bir şey var aslında! Ya o uç, gün gelip benim kalbimin orta yerinden girip sırtımdan çıkarsa? Olmayacağının garantisini verebiliyor muyum kendime? Kesinlikle hayır! O halde biraz durup düşünmeliyim. Acaba şu anda yaşananları direk ben yaşıyor olsam, evime ve kalbime ateşler düşmüş olsa, içten dışa - dıştan içe alev alev yanıyor olsam da yine de dilimden "vatan sağ olsun" sözleri dökülse, çevremdekilerin, aynı bayrak altında beraber yaşamaya çalıştığım herkesten nasıl davranmasını beklerdim?

Bilirim ağlamak ile gülmek kardeş;
Gözyaşlarım süzülürken yanaklarıma,
Kalbimden ruhuma;
Bir anda güle de bilirim...
Bilirim bu ne ilk,
Ne de son olacak!
Bilirim bunu sadece ben yaşamam
Yarın ona da olacak...
Ama beklerim ki,
Acım karşımdakinin de yüreğini acıtmış olsun,
Yürekler birleşmiş, sele dönmüş olsun;
Ne silahlar ne bombalar,
Sadece yüreklerden gelen sel ile
Temizlesin kötülükler...

Yıldız KÜÇÜKSU
13/04/2016


12 Nisan 2016 Salı

Kaybolan İlhamım!

Bulanlar ancak arayanlardır!
(Mevlana)

Ben de arıyorum! Kaybolan ilhamımı arıyorum! Gören, bilen, duyan varsa insaniyet namına bir haber salsın bana. Öyle ortalıkta başıboş dolaşan bir ilham görürseniz, kesin benimkidir. Bir haftadır kendisinden haber alamıyorum. O nedenle ne yazabiliyorum ne de çizebiliyorum. Son yıllarda moda olan budanmış ağaçlar gibiyim. Tüm kollarım kesilmiş sadece kütük gibi bir gövde ile kalakalmış gibiyim.

Onu bulabilmek adına, en sonunda çocuk çombalak İzmir - Alaçatı'ya gitmek için bir tura yazıldık. Dediler ki Ot Festivali var. Belki kurulan standlarda, çeşitli otların arasında, Alaçatı'nın dar ama sevimli, sanat dolu, yaratıcılık dolu sokaklarında ya da Çeşmeli kadınların yapıp sergilediği leziz yöresel tadların arasındadır, kaybolan yaramaz ilhamım!

Tamam o halde, hazırlanın gidiyoruz, dedim ev halkına. Aslında bu tura katılmadan önce bir çok başka tur firmalarıyla görüşmüştüm. Nedense çocuklarımdan birinin 1,5 yaşında olduğunu söyleyince, kabul etmemişlerdi bizi. Nedenini turun içinde bizzat yaşayarak öğrenmek varmış kaderimde...

Düşünmüştüm ki, otobüsle geze geze, oynaya güle gider; belki de yollarda, hiç beklemediğim bir yerde bulurdum aradığımı. Tabi bazen işler planlanıldığı gibi tıkır tıkır yürümüyor. Aksilikler bir başlayınca ardı arkası kesilmiyor. Bir yandan 1,5'luk kuzuyu rahat ettir, diğer yandan 6,5'luk kuzuyu ihmal etme, öte yandan otobüstekilere rahatsızlık verme!

Otobüstekiler! %90'nı 60 yaş üstü, özgür mü özgür, bol çene, en ufak bir şeyden memnuniyetsizliklerini umarsızca gösterebilen kadınlar. Ben onların enerjilerini gördükçe kendimden utandım. Sanki onlar gencecik, körpecik; sanki bende yaş 80 üstü... Onlar kendi aralarında kıkırdayıp, güldükçe, ben - çııkkkk çıııkkkk, çektim içimden. Sonra da güldüm bu halime. Yakın bir tarihe kadar, bana -çıııkkkk çıııkkkk çekilirken, şimdi de ben çeker olmuştum.

Neyse ki, sabah olunca ilk olarak otele gidilecek ya, önce bir güzel dinlenir, yol yorgunluğunu atınca arama çalışmalarıma başlayabilirim, diye düşünüp olumlandırmalar yaparken; rehberimiz en gür sesiyle tur programında değişiklik yaptığını otele akşama giriş yapacağımızı, bu arada bol bol gezeceğimizi söyledi!

Tabi minik kuzum dayanamadı bu tempoya ve midesindekilerin tamamını önümden, arkamdam üstüme boşalttı. Benim üstüm, onun üstü tamamen battı. Otobüstekilerin midesi de kalktı normal olarak. Kendi aralarında - Biz hiç böyle gezilere, bu kadar küçük bebekle katılmamıştık...

Sorgulayan, kızan, küçümseyen, acıyan bakışlar altında çaresiz kalmış ben. Neyse ki otobüsün içine gelmedi, hepsini üstümde tutmayı başarmıştım. Tüm otobüs İzmir saat kulesinin çevresinde fotoğraf çektirirken, biz de temizlenme telaşındaydık. Onu bulmak için çektiğim bunca eziyete rağmen, vicdansız diyeceğim artık, ilhamımdan bir iz de yoktu ortalarda. Zaten beni böyle görse, arkasını dönmeden kaçardı benden.

Gün bitiyordu ve beni ayakta tutan tek şey otele gidip temizlenip dinlenebileceğim ümidi idi. İnternetten bakmıştım, Çeşme - Ilıca'da denize sıfır, kendine ait kumsalı olan şirin bir oteldi. Şansımız dönerse, odamızdan denizi bile görebilirdik. Ben bu düşünceler içinde hafif tebessümle küçük kuzumu zaptetmeğe çalışırken, ara bir sokakta, etrafında inşaatları devam eden binaların bulunduğu bir binanın önünde durduk. Otelimiz burasıymış! Oda oldukça iç karartıcıydı ve pek de temiz değildi. Penceresinde tül yoktu eğer inşaat manzarasını görmek istemezsem kalın bordo perdeleri vardı, mecburen çektik. Cama takılması gereken tülü ise, dolap kapakları olmayan dolabın önüne asılmıştı. Ama duş alınacak bir yeri ve sıcak suyu vardı. Daha ne olsun dedim içimden...

Ertesi gün tüm olumsuzlukları geride bırakıp, yeni bir güne tazelenmiş uyandım. Bugün tekrar festival alanına gidip aramalarıma devam edecektim.

O da nesi? Festivali duyan buraya gelmiş gibi. Öyle bir kalabalık ki; ne festival için kurulmuş standları görebildim ne sevimli Alaçatı'nın taşlı yollarını ne de sokaklardaki şirin detayları. Koca bir insan seline kapıldık, aktık sadece. Benim ilham buralardaysa da zaten bu kalabalığın ayakları altında ezilmiştir...

Müthiş kalabalık, Alaçatı'nın olmazsa olmazı rüzgar ile birleşince hepimiz içmeden sarhoş olduk. Dönüş yoluna girdiğimizde bir tarafım düğün dernek kurdu diğer tarafım minik kuzumun yol boyunca neler yapabileceğini düşündükçe korktu. Neyse ki herkes sağ, otobüs tutması dışında sağlıklıydık ve er ya da geç varacaktık evimize, kazasız belasız inşallah, diyerek yol bitti 12 saatin sonunda. Gerçi bana günlerce süren bir dönüş yolu gibiydi.

Evimdeyim sonunda! Gücüm olsa ağlayıp yeri öpeceğim. Son bir enerji ile çocukları yatırdım. Yorucu geçen böyle yolculuklardan sonra - insanın evi gibisi yok - derim hep. Biz yokken 2 günde, her taraf kapalı olmasına rağmen nerden geldiğini anlamadığım tozlar bile sevimli gelir bana - tozsa benim tozum, kirse benim kirim- derim.

Gözlerimi kapatıp, derin bir nefes aldım ve verdim. Gözlerimi açtığımda ilhamım karşımda, camın önündeki tekli koltuğumda oturmuş bana bakıyordu;

- Bu kadar uzağa gitmene gerek yoktu... dedi.

Ben birşey diyemedim. Yorgunluktan mıdır, yoksa nerede bulduğumun ne önemi vardı aradığımı bulmuş olmamdan mıydı bilmiyorum. Gülümsedik birbirimize özlemle. Ona karşı kızgınlığım uçup gitmişti çoktan ve ikimizde çok iyi biliyorduk ki, yaşanılan her ne ise, olması gerektiği içindi. Şer sandığımız bile belki de hiç göremeyeceğimiz bir hayr içindi aslında. Şimdi güzel bir uyku çekme vakti idi; yeni güne, tazecik başlamak için..

Yıldız KÜÇÜKSU
10.04.2016 - İstanbul