23 Aralık 2016 Cuma

ÇETİN CEVİZ

Hep çetin ceviz derdim kendime, yağmur yağsa, fırtına çıksa yine de sapasağlam kalırdım kendimce..
Sonra odunun biri geldi. Balyoz gibi indi beynime. Oldum mu darmadağın...
Arkamdan diğer "çetin cevizler (!)"  kıs kıs güldü halime..
"Asıl siz kendi halinize bakın, o çetin kabuğunuz kırılmadıkça içten içe çürüyüp yok olacaksınız da
ruhunuz duymayacak!"


22 Aralık 2016 Perşembe

ÇAMURDAN ÇÖMLEK

Hayat çamurdan çömlek yapmak gibi,
Şekilsiz çamurun altındaki tabla, hızla dönmeye başlayıp da elini çamura değdirdiğinde çok çabuk şekil aldığını görür insan hayretle, tıpkı hayat gibi...
Zaman bu tabla gibi hızla akıp giderken, hayatın da bu şekilsiz çamur gibi şekillenmeye başlar.
Eğer ellerin çamuru çok sıkı tutarsa beklenmedik bir şekle girip, kopup tabladan ayrılabiliyor çamur, tam bir hayal kırıklığı oluşturarak..
Eğer ellerin çamuru fazla gevşek bırakırsa saçma sapan şekillere bürünüyor bu seferde, fırtınanın oluşturduğu yıkım gibi..
Ne çok sıkıp canını sıkacaksın
Ne de boş verip savrulup gideceksin..
Elinin kararını iyi ayarlayacaksın yani..
Hayat, çamurun altındaki tabla gibi hızla dönerken, sakinliği hiç elinden bırakmayacaksın.
Çamuru (hayatı) hissedip tablanın (zamanın) ritmine ayak uydurup, usul usul ama sabırla şekil vereceksin gönlünden geçeni..
Ne çok sıkı ne de çok gevşek...
Tam ayarına ruhundan akan coşku, beyninden gelen mantık ve kalbinden çıkan sevgi ile dengeleyerek ulaşacaksın..

Yıldız / İstanbul / 22.12.2016


19 Aralık 2016 Pazartesi

Bİ DUR!

Şimdi ben bişeyler yazsam ne olur, yazmasam ne olur?
Yazsam değişir mi bu olanlar?
Sussam geçer mi bu karmaşa?
Ben ne yapsam da iyi gelse bu yüreğime...
Hayat bir sınavsa, dedikleri gibi
En kazık yer, bizim coğrafyaya mı geldi?
İçimdeki karamsarlık aldı başını yürüdü;
Dur diyorum ona, dur!
Bi dur, bi rahat ver diyorum.
En iyisi bir Türk kahvesi koyayım kendime,
Sonrasında çevireyim fincanımı,
Bekleyip bi süre
Açıp bakayım fincanımdaki şekillere
Bir şeylere benzeteyim telvenin büründüğü halleri...
Hiç bir şeye inanamadığımız şu günde fala mı inanacağız?
Maksat kuyruğundan ümidi görmek, bi gülümsemek, bi nefes almaktı...
O bile güldü halime,
Daha içmeye başlamadan "Sen yeter ki gül, elbet dağılır bütün kara bulutlar" der gibi..



16 Aralık 2016 Cuma

KAHVALTI BAYRAMI

Bayramlar güzeldir. Her ne olursa olsun, kısa bir süreliğine de olsa hüzünler, dertler bir tarafa bırakılır. Erkenden kalkar, özenerek giyinir, en güzel takılarını takıp, kokularını sürdükten sonra sevdiklerinle bir araya gelirsin. Büyüklerin ellerini öper, yaşın kaç olursa olsun harçlık koparmaya çalışırsın..:) Yani bayramlar yüzümüzü güldürür; şu anda en çok ihtiyacımız olan şey yani...
İlkokul 2.sınıfa giden bir oğlum var. Bu sene boyunca hedefimiz 100 kitap okumak. Yatmadan önce o okuyor ben dinliyorum. Öyle iyi geliyor ki ruhuma, masum çocukların masum dünyası için yazılmış hikayeler...
Bu akşamki hikayeden müthiş bir fikir edindim.
Hikayede, insanların sürekli koşturup ama hiç bir şeye vakit bulamadığı bir KOŞKENT var. Tabi anne-babalar mutsuz olunca çocuklar da mutsuz bu kentte. Hiç bir şeye vakit bulamayan yetişkinler çocuklara da vakit ayıramıyorlarmış. 7643 sayısının basamak ve sayı değerlerini çok iyi bilen çocuklar, "Altı çeşme içilir, üstü basma biçilir" bilmecesine cevap bile veremiyorlarmış. Çünkü hayatlarında hiç koyun görmemişler ki! Suları kirli, havası pis, ağaçları olmayan, çocuklar için oyun alanları düşünülmemiş bir kentmiş burası.
Sonunda çocuklar kendi aralarında bir karar alıp KOŞKENT'i terk ediyorlar, ailelerine bir mektup bırakarak. Anneler- babalar işte o an anlıyorlar ne kadar hatalı davrandıklarını ve pişmanlıklarını dile getiren bir mektup yazıp bir şekilde ulaştırıyorlar çocuklarına.
Havayı ve suları kirleten fabrika bacalarına filtreler takmaya, her yere ağaç fidanları ekmeye ve çocukların gönüllerince oynayabilecekleri parklar yapmaya başlıyorlar. Ve en önemlisi her ayın ilk pazar gününü Kahvaltı Bayramı olarak ilan ediyorlar. O gün, herkes evinde güzel bir kahvaltı masası hazırlayıp, öğlene kadar sohbet edip, şarkılar söyleyip kahvaltılarını yapıyor. Herkes çok mutlu oluyor ve kentlerinin ismini SAKİNKENT olarak değiştiriyorlar...
Hikayelerde yapılan hatalar hemencecik anlaşılıp, hemencecik düzeltile biliniyor ama gerçek hayatta bu çoğu zaman mümkün olmuyor. Elimizden kayıp gitmeden hiç bir şeyin değerini anlayamıyoruz ve bir kere de elimizden gidince hikayelerdeki gibi hemen geri alamıyoruz. O nedenle bize düşen halen elimizdeyken, her ne ise, değerini bilmek ve ona göre davranmak... Büyük mutsuzluklarımız var evet ama bunlardan daha da büyük mutsuzluklar yaratmadan, küçük anlardan mutluluk yaratmayı becerebilmek gerekiyor yani...
Ben de bayıldımmm, bu "Kahvaltı Bayramı" fikrine. Biz de bu hafta sonu Kahvaltı Bayramını kutlamaya karar verdik. Söyleyeceğimiz şarkıya bile karar verdik;
"Bütün dünya buna bir inansa, bir inansa
Hayat bayram olsa..
İnsanlar el ele tutuşsa, birlik olsa
Uzansak sonsuza..."
Yeri gelmişken, sizin de önünüzdeki ilk tatil günündeki Kahvaltı Bayramınızı kutlar, mutluluklara vesile olmasını dileriz..:)
Yıldız / 15.12.2016 / İstanbul


5 Aralık 2016 Pazartesi

Baldanadam..

Çok da uzak olmayan bir zamandı aslında. Ne kadar yıllar gelmiş geçmiş olsa bile dün yaşanmış gibiydi birçok şey. Mesela annesinin onu okuldan dönüşlerde karşılaması... Her zile bastığında bilirdi ki annesi onu evde bekliyordu, en sevdiği yemekleri yapmıştı ve zilin çalması ile kapının açılması arasında sadece birkaç saniye olurdu. Evi sıcacık yapan şey mis gibi anne yemeklerinin kokusu ve annesinin güler yüzle kapıyı açması idi. En hoşlanmadığı şey de anahtarla kapıyı açmak zorunda kalmasıydı. O zaman eve girmek gelmezdi içinden.

Okullar bitti, iş hayatı başladı ama bu alışkanlık hiç değişmedi. Ne olursa olsun dışardan geldiğinde güler bir yüz aradı ve buldu da. Ta ki evlenene kadar..

Evlendi. İki de çocuğu oldu. Hiç durmadan çalıştığı için ne kendisini ne de çocuklarını evde karşılayan gülen bir yüz olmadı. İşten dönünce çocuklarını okuldan toplayıp, kendi anahtarıyla gün boyu sessiz kalmış eve giriyordu artık. Ev ne mis gibi yemek kokusuyla sarılmış oluyordu ne de sıcak..

Aylardan Kasım idi. Yağmur yoktu ama havalar iyice soğumuştu. Bolu, Mudurnu' ya kadar giden hafta sonu kaçamağından dönerken yol boyu ara ara muntazam bir şekilde sıralanmış balkabaklarının önünden geçerken kayıtsız kalmak, durup da almamak mümkün olmadı. Üç farklı tezgahın önünde durup kocaman tekerlek gibi kabakların en güzelleri diye düşündüklerinden 5 tanesini alıverdiler. Malum balkabağı mevsimi idi ama bu kadar kabağı ne yapacaktı kendisi de bilmiyordu. Tüm kış boyunca yemek yapıp yeselerdi bile bitiremezlerdi. Ama öyle güzel sıralanmışlardı ki arabasında yer kalsaydı başka da almak isterdi, yani. Gözü diğer kabaklarda kalmadı değil...

Eve döndüklerinde çok fazla aldıklarını düşündü. Ne yapacaktı bu kadar kabağı? Birisini annesine götürdü, kalmıştı 4. Hemen kesip kabak tatlısı yapan annesinden, kabakların çok da iyi olmadığını, üstüne üstlük de içten çürümeye başladığını öğrenince biraz morali bozulmuştu.

Balkabaklarından neler yapabilirim diye internette gezinirken dekoratif fikirlerle başbaşa kaldı. İşte Baldanadam bu şekilde doğdu kafasında. Önce tüm kabakları beyaza boyamak istedi. Ama eşi karşı çıktı, "Boyarsan yenmez bir daha. Boyanın kimyasalı içine kadar nüfuz eder." diye...

Adam ne de olsa Gıda Mühendisiydi. "Diyorsa, var bir bildiği..." dedi ve vazgeçti tamamen boyamaktan ama bir gülen ağız çizmekten de zarar gelmez diye düşündü. Gözler, burun ve iki düğme kağıttan yapılmıştı. Atkı ve şapka eklendi hemen. Bir de kucak açan kollar lazımdı; doğa sağolsun, herşeyi bulmak mümkündü...

"İşte oldu!" dedi. Hemen kapının karşısındaki sonbahar yapraklarından yapmış olduğu tablosunun altına yerleştirdi Baldanadamı. Çocukları görünce çılgına döndüler. Hemen bir tırmık yapmalıyız dediler ve kalan dal parçalarından tırmığını da yapıp yanına iliştirdiler.

Artık evde onları güleryüzle uğurlayan ve güleryüzle kuçak açan bir Baldanadamları vardı. Tamam çok uzun bir süre mutlu yaşamayacaklardı masallardaki gibi ama en azından havalar ısınana kadar kocaman gülümsemesiyle yüzlere minik bir tebessüme neden olabilirdi. Ayrıca sırası geldikçe alttan başlayarak tekerlekleri kesip, pişirip yer ya da hediye edebilirlerdi de eşe dosta.

"Bi de, biz evde yokken bari girişteki dağılmış oyuncakları da toplayabilsen ne harika olurdu" demek istedi, eğilip kulağına. Ama baktı ki kulak yapmamıştı ki zavallı Baldanadama, nasıl duyacaktı da yapacaktı kendinden istenenleri?

Birara kulak yapmak istedi ama nedense vazgeçti. "Varsın oyuncaklar toplanmasın." dedi kendi kendine. "Sen sadece dur durduğun yerde, hep kocaman gülümse bize. Ne çok ihtiyacımız var buna bir bilsen!" dedi ama içinden..:)

Yıldız / İstanbul / 3.11.2016




2 Aralık 2016 Cuma

YİNE GEL...

Yeşildi yaprakların,
Hem de yeşilin her tonu;
Capcanlı dupduru...
Sonra birden hissettirdi soğuklar kendini,
Başladı yağmurlar derken;
Yeşillerin küsüp yok olacağına
"Gelişimiz gibi gidişimiz de hayret verici olmalı" mı dedin?
Bu nasıl bir şölen!
Hem bakıp da görebilenin içini acıtıyor
Hem de umut veriyorsun;
Vedalaşırken bile asaletini elinde bırakmadan
İnsanı kendine hayran bırakıyorsun...

Büründüğün renkler baş döndürücü...
Sana bakıp da ilham almamak,
Sorgulamamak hayatı,
Bağlanmamak yaşama,
Sevmemek doğayı ve
Etmemek şükür..
Mümkün mü?
Mükemmel bir hayat döngüsünün
Mükemmel bir parçası...
Sana ne kadar teşekkür etsem?
Az...
Ne kadar hayran olduğumu söylesem?
Kelimelerim yetersiz...
Tek bir dileğim senden
Yine gel;
Hep gel...
Renkli olduğunu düşündüğümüz hayatımıza
Gerçek renklerinle yine gir;
Yine bizi bizden al,
Yine başımızı döndür,
Şaşkınlıkla kışın kucağına bırak yine...

Yıldız / İstanbul / 01.12.2016